“Düşündüm de sigaraya başlarsam sorun olmaz. Ne de olsa bir şey fark etmeyecek”
Beyninde ölümcül bir tümör olduğunu öğrenen orta yaşlı bir adamın son günlerinin hikâyesi.
Alman sinemasından Andreas Dresen imzalı bir dram. Çağın hastalığı kansere yakalanmış bir adamın ve ailesinin, birdenbire hayatlarını “durduran” bu hastalığı kabullenme ve yarattığı sonuçlarla baş etme çabalarını anlatan hikâye senaryoyu yönetmenle birlikte yazan Cooky Ziesche’nin doğru tercihleri ile dramını sömürmeyen, duyguları dozunda tutan ve karanlık bir komediye de sahip olmayı başaran bir çalışma. Başroldeki Milan Peischel’in ödüllü oyununun da çok şey kattığı film 2011 Cannes festivalinde ”Un Certain Regard – Belirli Bir Bakış” ödülünün de sahibi olmuştu, özellikle Almanya’da aldığı pek çok ödülün yanısıra.
Fransız sinemasının usta ismi Bertrand Blier 2010’da çektiği “Les Bruit des Glaçons” adlı filminde hastalığa yakalanan adamın “kanserini” de bir karakter olarak kullanmış ve bu karakterin hastanın hayatını nasıl allak bullak edip onu elinde oynattığını keyifli bir komedinin konusu yapmıştı. Dresen’in filminde de hastanın tümörü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor ama burada komedinin parçası olarak değil kahramanımızın kontrolünü yavaş yavaş kaybetmeye çalıştığının belirtisi olarak hayallerinde yer buluyor kendisine. Hastalığı bir karakter olarak kullanmak Blier’in filminde filmin komedi yanının doğasına uygun olarak oldukça çekici özellikler katmıştı filme. Burada ise o denli etkileyici olamıyor ve bir tek sahne dışında hikâyeye çok da bir şey katmıyor ama o sahnenin de hayli etkileyici olduğunu kabul etmek gerek. O ana kadar örneğin televizyondaki bir sohbet programına katılan bir adam olarak karşımıza çıkan ve Blier’in filmindekinin aksine kahramanımızla doğrudan teması olmayan bu karakter işte tam da o sahnede kahramanımızın yatağına giriyor ve başını hastaya dayayarak oldukça etkileyici bir ana imza atıyor.
Dresen’in filminde aslında bildiğimiz anlamda başı ve sonu olan ve arada bir takım gelişmelerin olduğu bir hikâye yok. Hikâyenin başı yalın ve sakin anlatımı ve oyunculukları ile dikkat çeken hastalığı öğrenme, sonu ise hastanın ölümü ve hayatın onsuz da sürüp gideceğini gösteren yine her türlü gösterişten ve süslemeden uzak bir kapanış sahnesi. Bu arada bir sürprizli gelişme olmadığı gibi hikâyenin zaten bu yönde herhangi bir derdi de yok. Hastalığın ölümcül olduğu ve dolayısı ile hikâyenin sonunun ne olduğu baştan söyleniyor seyirciye. Dresen bundan sonra hastalığın ve bu hastalığın muhatabı olan hastanın ve ailesinin (eşi ve iki çocuğunun) hayatlarının seyrini herhangi bir müdahelede bulunmadan sergiliyor bize hikâye boyunca. Hastanın etrafındaki her bir bireyin duruma verdiği tepkilerin farklılığını ve unutkanlıklar, kasılmalar, sürekli ağrı ve acılar ve yitirilmeye başlayan vücut fonksiyonları ile hastanın yavaş yavaş ölüme doğru uzanan yolculuğunu malzemesini sömürmeden anlatıyor. Tüm bu acı verici unsurları anlatan bir filmin belki son sahneleri dışında seyircinin duygularını kışkırtmamayı başarmasının nedenlerinden biri Milan Peischel’in en büyük katkıyı sağladığı dram içindeki komik hava. Komediye yakın görünen şaşkın ve komik yüzü ile başlangıçta yadırgatan ama hikâye ilerledikçe bu yüzü ile filme çok şey kattığını ispatlayan oyuncunun finale doğru geçirdiği değişim de gerçekten çok başarılı.
Filmin ilginç yanlarından biri de hastanın cep telefonu ile oluşturmaya başladığı görsel kayıtlar. Sıradan bir hikâyede bu kayıtları hasta değil yakınındakiler –ilerisi için anı olmak üzere- oluştururken burada kahramanımız kayıtları kendisi ve adeta sadece kendisi için oluşturuyor. Bu bağlamda, film süratle ölüme doğru ilerlediğini bilen bir hastanın kalan hayatını normal –içinde bulunulan koşulların elverdiği ölçüde normal- bir biçimde sürdürmek çabasını sergilemiş oluyor. Steffi Kühnert’in başarılı oyunculuğu ile canlandırdığı eş karakteri filmin en etkileyici kimi anlarından birinin de yaratıcısı oluyor. Bu sahnede kadın artık yorulmuş, yıpranmış ve, sorumluluk duygusu, sevgi ve kendisinin de harcanan hayatının telaşı arasında sıkışıp kalan ruh hali ile “artık bitsin” diye fısıldıyor ve benzer süreçten geçmiş herkesin anlayacağı bir duygunun da tercümanı oluyor.
Dresen filminde oyuncularının kimi sahnelerde doğaçlama konuşmalarına izin vererek tam bir gerçeklik duygusunun oluşmasını da sağlamış. Hastanın telefonunun kamerasına konuştuğu anlar ve muhtemelen baştaki doktor ile konuşma bölümü bu doğaçlamanın çarpıcı kimi anlarına örnek olarak gösterilebilir. Dürüst yaklaşımı ile de önemsenmesi gereken film, zor konusunu kimi zamanlarında sessiz anlara da başvurarak anlatıyor. Bu anların da altını çizdiği durumun trajik içeriğine rağmen film, hem hayatlarının bir döneminde bu tür bir dramın içinde yer alanlar için hem de bu tür tecrübesi olmayanlar için sinemasal yaklaşımı ile seyrini o denli zorlayıcı kılmamayı beceriyor. Yukarıda tüm sıraladıklarımın yanısıra, Dresen doğal ışık kullanımı ve sömürü noktasından uzak tutmayı başardığı yakın plan çekimlerin aracılığı ile kaçınılmazla barışmanın veya barışamamanın hikâyesini kesinlikle ilgiye değer kılıyor.
(“Stopped on Track” – “Yarı Yolda”)