Hostiles – Scott Cooper (2017)

“Evet, Tanrı’ya inanıyorum ama kendisi burada olanları uzun zamandır görmezlikten geliyor”

Uzun yıllar boyunca Amerikan yerlilerine karşı savaşmış ve onlardan nefret eden bir yüzbaşı, ölmekte olan bir yerli reisi ailesi ile birlikte, doğduğu yere götürmekle görevlendirilince yaşananların hikâyesi.

Oscarlı senaryo yazarı Donald E. Stewart’ın ölümünden sonra eşinin evde bulduğu bir taslaktan yola çıkılan senaryosunu Scott Cooper’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Sinemaya oyunculukla başlayan, 2009’da “Crazy Heart” (Çılgın Kalp) ile yönetmenlik kariyerini başlatan Cooper’ın bu dördüncü ve şimdilik gösterime giren son filmi olan çalışma uzun yıllar boyunca yerlileri vahşi düşmanlar olarak gösteren ve böylece ABD tarihini beyaz işgalciler üzerinden kutsayan Hollywood’un bu kez tarihe liberal olarak baktığı eserlerden biri. Sakin bir anlatımın içinde çok sert sahneler barındıran film ABD tarihin kanlı geçmişine hassas bakışı ile önemli ama bu bakışını “iki tarafta da kötüler vardı” gibi uzlaşmacı bir tavırla zedelemesi ile hedefine yeterince yaklaşamıyor olsa da kesinlikle kayda değer bir çalışma.

Britanyalı yazar D.H. Lawrence’ın “Studies in Classic American Literature” adlı eserinde yer alan bir cümle ile açılıyor film: “Gerçek Amerikan ruhu sert ve izoledir, sevinç veya kederden kolaylıkla etkilenmez ve katildir. Hiçbir zaman yumuşamamıştır”. Bu karanlık değerlendirmeyi öncesinde yer alan bir başka cümle ile daha da pekiştirmiş Lawrence: “Geri kalan diğer her şey; aşk, demokrasi, arzuya sürüklenip gitmek bir çeşit yan hikâyedir”. Bu sözleri 1923’te ve ABD’de 1 yıldan daha kısa bir süredir yaşarken söylemiş ünlü yazar. Scott Cooper, Lawrence’ın bu yargıyı dile getirdiği tarihten 31 yıl önce (1892’de) geçen filmi için çok doğru bir seçim yapmış bu alıntı ile ve belki de o ruhun neden sert ve katil olduğunu anlamamıza yardımcı olacak bir hikâye anlatmış. Avrupalıların Amerika kıtasını istila etmeleri bir katliam ve soykırım tarihi olarak anlatılmalı ve anlaşılmalı kuşkusuz ve bu açıdan ABD’nin tarihi kıtadaki diğerlerinininkinden çok daha kanlı tartışmasız bir şekilde. Hollywood’un yıllarca sadece vahşiler olarak resimlediği halklara -öncesinde istisnalar olsa da- 1950’lerin ikinci yarısı ve özellikle 60’lı yıllarda daha yumuşak bakmaya başlaması yıllar içinde özellikle western türünde liberal bir bakışın yerleşmesine ve bu türde “revizyonist” olarak tanımlanan bir değişime yol açmıştı. Örneğin yıllarca yerlilere en tipik Hollywood bakışlarından birinin temsilcisi olan ünlü sinemacı John Ford 1956’da “The Searchers” (Çöl Aslanı) filminde, üstelik John Wayne gibi ABD’nin en “beyaz muhafazakâr”larından biri olan favori oyuncusu John Wayne’e başrolü vererek farklı bir anlayışa adım atmıştı. Cooper’ın kesinlikle ilgiyi hak eden bu filmini de western’in revizyonist örnekleri arasına koymak mümkün.

Türkiye’de “Vahşiler” adı ile gösterilmiş film ve pek çok karakterin geçmişte ve / veya hikâyenin geçtiği zamanda vahşi davranışları da var gerçekten ama yine de orijinal adındaki özel bir vurgunun (düşmanlık gösteren, düşmanca davrananlar) kaybolduğunu kabul etmek gerekiyor Türkçe olarak seçilen isimle. Orijinal afişte “Hepimiz düşmanca davranıyoruz” yazıyor (Türkçe afişte “Bizim Adımız Vahşiler” gibi anlamı iyice kaydıran bir ifade yer almış) ki gerçekten de karakterlerin ABD’nin kurulış sürecinin “doğal” sonucu olan bir düşmanlıkları var diğerlerine karşı ve bu tutumları tam da vahşet kelimesi ile tanımlanabilecek sonuçlar ve bugün ABD’de yerlilerin “rezervasyon” denen bölgelere sıkıştırılmış yaşamlarını düşünürsek, devam eden bir trajedi doğurmuş. Film hikâyenin tam anlamı ile kötü karakterleri olan Komançilerin, atlarını çalmalarına engel olmak isteyen bir aileyi katletmeleri ile başlıyor. Acımasız, amaçsız ve vahşi bir katliam bu ama Komançileri bu derece saf bir kötülük içinde gösteren film, öte yandan Çeyenleri tam tersi bir konuma yerleştirerek adeta iyisi de kötüsü de var diyor yerliler için. Onların vahşetinin benzerlerinin daha önce de sadece yerliler değil, beyazlar tarafından da yaşatıldığını -bu derece sert bir biçimde olmasa da- gösteren ve dile getiren filmin bu seçimi gerçekçilik adına doğru bir davranış ama ABD’nin yerlilerin soykırıma uğratılması üzerine kurulduğu gibi çok sert bir gerçeğin de arka plana düşmesine neden oluyor. Çok temel bir soru, “Beyazların yerlilere ait topraklarda ne işi var?” bir şekilde her revizyonist western’in barındırması gereken bir tema olmalı oysa.

Hakkını yememek gerekiyor filmin ama; kafeslerde esir olarak tutulan yerli aileler, “görev gereği” ya da nefretlerinin sonucu olarak yerlileri vahşice katleden beyazlar ve ana karakterin yerlilerden nefret eden ve kadın ve çocuk ayırmadan pek çok yerliyi öldürmüş bir subay olması gibi pek çok unsuru ile denge kurmaya ve iki taraftaki vahşiliği ve düşmanlığı eşitlemeye çalışan bir hikâye anlatılıyor temel olarak. Dolaylı ve dolaysız iki özür sahnesini de katabiliriz bu örneklerin arasına. Yaptığının askerlik görevinin sonucu olduğunu söyleyen yüzbaşının -bir parça sesini alçaltarak da olsa yaptığı- bu savunması ise filmin bu sözlerin ne kadar yanında durduğu konusunun belirsiz bırakılması ile bir parça havada kalıyor ama; sonuçta subay da yolculukta yanına almak zorunda kaldığı tutuklu da aynı amaca, ABD’yi beyaz bir devlet olarak kurmak amacına, farklı yollarla da olsa hizmet ediyorlar ve bu bağlamda pek de bir farkları yok aslında. Hikâyede tek doğru duruşa sahip olduğunu ve doğru sorgulamalarda bulunduğunu söyleyebileceğimiz (bir parça fazla mesaj koksa da sözleri) karakter olan kadının sesi ise tıpkı subay olan kocası tarafından kısılması gibi kaybolup gidiyor ne yazık ki.

Scott Cooper’ın Lawrence’ın sözlerini doğrulayan filmi bize Amerikan ruhunun böylesine karanlık olmak dışında bir seçeneği olmadığını açıklayan bir hikâye anlatıyor bize. İstila ederek, yağmalayarak ve katlederek kurulan bir devletin ruhuna sinen bu kötülüklerden kurtulamayacağını anlatıyor ve bugün dünya üzerinde yaptıklarının da bu ruhun doğal sonucu olduğunu söylüyor belki de. Yüzbaşının yanındaki askerlerden birinin siyah olmasının yarattığı çelişkinin sağladığı düşünme alanları, insanın kötülüğe kolayca alışabildiğini vurgulaması (“Yürüyen ya da sürünen her şeyi öldürdüm. Eğer yeterince yaparsan, alışıyorsun”) ve kapanış jeneriğinde hikâyenin geçtiği ve yerlilere ait olan topraklarının haritasının gösterilmesi gibi incelikleri olan filmde yüzbaşıyı oynayan Christian Bale sakin ve duru oyunu ile sorgulaması arttıkça yumuşayan karakterini doğru bir biçimde canlandırırken, Rosamund Pike zor sahnelerin altından inandırıcılığını yitirmeden kalkıyor.

Oldukça sert sahneleri olmasına rağmen tecavüz ve intihar girişimi gibi dramatik sahneleri görüntünün dışında tutmayı tercih etmiş ve doğru bir tercihte bulunmuş Cooper. Karşımıza çıkan sert görüntülerin sessiz ve sakin mizanseni genellikle zedelememesi ve Max Richter’in hikâyenin sert dramını ve gerilimini iyi yansıtan müziğini de başarıları arasına katmamamız gereken filmde tanığı olduğumuz tüm o ölümlerin finalde tipik bir liberal uzlaşmanın göstergesi olan bir aileye yol açmasını ise görmezden gelmek gerekiyor. Tecrübeli oyuncu Wes Studi’nin canlandırdığı yerli şef karakterinin hikâyede hayli pasif çizilmesi, senaryonun tahmin edilebilir şekilde ilerlemesi ve sonuçlanması gibi problemleri olan film başta açılış bölümü ve tüm çatışma sahneleri olmak üzere iyi çekilmiş, Masanobu Takayanagi’nin yakın planlarda da geniş planlarda da benzer bir başarıyı yakalayan görüntüleri ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Vahşiler”)

(Visited 107 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir