“Olmayan başka bir iş daha var: Okul açmaya teşebbüse geçmişler, direnmişsiniz. Böyle daha mı iyi? Yusuf ne olacak peki, Yusuf? Senin gibi mi olacak? Bana bak, Hıdır. Bu okul açılmalı, bütün çocukları kurtarmalı. Benim bildiğim, erkeklik budur; yoksa her şeyi göze alıp davarı geçirmek değil. Erkeklik insanın kafasının içindekini yenmektir. Zor olan budur. Söyleyeceğim bu kadar”
Güneydoğu’da sınır kaçakçılığı yapan Hıdır’ın, bu hayatı bırakma çabası ile yaşam koşullarının onu zorladıkları arasında kalmasının hikâyesi.
Yılmaz Güney’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak senaryoyu yazan Lütfi Akad’ın yönettiği bir Türkiye yapımı. Sansür kurulu nedeni ile senaryosundan kaynaklanan sıkıntılar yaşayan, davet edildiği yurt dışı festivallere katılmasına izin verilmeyen ve üç kez yasaklandıktan sonra gösterime girebilen bir Yeşilçam klasiği olan film “Karakoyun Kızılırmak” ve “Ana” adlı yapıtları ile birlikte Akad’ın gayriresmi Anadolu Üçlemesi’ni oluşturuyor. Akad’ın, bu “ustasız usta” sinemacının, ülkenin sosyal meselelerinden birine özenle eğilen filmi, sansür nedeni ile söyleyemedikleri bir yana; Yılmaz Güney’in karizması, Akad’ın has sinemacılığı ile inşa ettiği görsel atmosferinin çekiciliği ve western’den de beslenen dili ile çok önemli bir yapı sinemamız tarihinde.
Akad “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografik kitabında “Hudutların Kanunu” filminin yaratılış sürecini tüm boyutları ile anlatırken, Yılmaz Güney’in ilk senaryo taslağını gördüğünde “Okuyup bitirdiğimde, içimden fırlatıp atmak geçti ilk olarak” ifadesini kullanıyor. Akad’a göre senaryo Güney’in o sıralarda geniş kitlelerin gözündeki imajı üzerine kurulu, “damdan dama geçip kadınları ziyaret eden ve uçanı kaçanı vuran” bir adamın maceralarını anlatan bir içeriğe sahip ve hedefi de “çoluk çocuk, çoğu bitirim takımından yetişkin seyirci”. Akad önce Güney’i ikna ederek bu taslağı yörenin sosyal ve ekonomik meseleleri ile birlikte yeni baştan yazıyor ve ortaya sinemamızın klasiklerinden biri çıkıyor. Elbette Akad anlatmak istediklerinin tümünü ve istediği netlikte gösteremiyor sansür nedeni ile ama ortaya çıkan sonuç yine de kesinlikle çok önemli.
Çekimleri Urfa’da gerçekleştirilen ve Güney’in sinema sanatında farklı bir konuma geçmesini sağlayan film için Akad “Her şeyi ile bir Türk filmi yapmak istiyordum, şimdi ise bunu başardığıma inanıyorum” diye yazmış otobiyografisinde ve şöyle açıklıyor bunu: “Bu filmi tasarlarken çıkış yolum nasıl görüntünün yalınlığına dayanıyor idiyse, halk öykülerini derleyen kitaplardan dedelerin, ninelerin kısa, süssüz, kesin anlatım biçimlerinden esinlenerek senaryoda konuşmaları da öyle yalın tutuyorum”. Akad’ın hemen tüm filmografisinde izini bulabileceğimiz pek çok unsuru da açıklıyor bu cümleler. Sinema dili üzerine düşünen, filmlerini hem biçim hem içerik açısından hikâyelerini anlattığı ülkenin toplumunu düşünerek tasarlayan ve elde ettiği sonucu değerlendirip kendi kendisinin ustası (ve çırağı) olmaya devam eden bir sinemacıydı Akad. Burada aynı anda hem dram hem belgesel hem de bir western havasını yaratmayı başaran Akad’ın eli kolunu bağlayan ülke gerçeklerine (çekimler sırasında set güvenlik güçleri tarafından basılmış, kaçakçıların başta askerler olmak üzere resmî görevlilerle ilişkilerine elbette hiç değinilememiş ve çekimlerin öncesinde de sonrasında da sansür hep engel olmuş Akad’ın filmin seyirci ile buluşmasına) rağmen elde ettiği başarı ve Yılmaz Güney’in geleneksel seyircisini alıştıklarından çok farklı bir hikâye ile karşı karşıya bırakmasına rağmen filmin yüksek gişe geliri getirmesi Akad’ın başarısının kanıtları olarak gösterilebilir.
Martin Scorsese’nin dünya sinemasının unutulan veya hak ettiği ilgiyi görmeyen örneklerinin korunması ve restore edilmesi için kurduğu World Cinema Foundation’ın bugüne kadar seçtiği iki Türkiye yapımından biri oldu “Hudutların Kanunu” (diğeri Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”). Filmin elde olan tek kopyası yapımcı Kadir Kesemen’in ailesi tarafından Kültür Bakanlığı’na bağışlananmış ve bu kopyanın yıpranmışlığı nedeni ile hayli zahmetli bir restorasyon sürecinden geçmiş film. Ülkenin halkının ve yönetim(ler)inin içi boş milliyetçiliğinin örneklerinden sadece biri bu: Sanatsal değeri bu derece yüksek bir sinema eserini hoyratça yok etmeye soyunmak ve korunması için hiçbir gayret göstermemek.
Hikâye boyunca dinlediğimiz halk müziği örneklerini hazırlayan ve seslendiren Nida Tüfekçi olmuş ama açılış jeneriğinde -herhalde bir yabancı filmden alınan- gerilim/korku melodileri kullanılmış. Hikâyeye uygunluğu tartışmalı ama kabul edilebilir olan bu melodilerin filmin başından sonuna dinlediğimiz folk melodileri ile uyumsuzluğu ile sorunlu yanlarından biri filmin. Ali Uğur’un görüntüleri ise yörenin çıplaklığını ve yoksulluğunu başarılı bir şekilde sergiliyor. Eski subayı kaçakçılardan birinin sınırı geçerken yaralamasından sonra ilçeye atanan yeni üsteğmenin sıkı kontrolleri nedeni ile kaçakçılığın çok zorlaşmasının yol açtıklarını anlatan filmde oyunculuk açısından bakıldığında, öne çıkan isim kuşkusuz ki Yılmaz Güney. Mert, sessiz ve “cool” karakter Güney’in sinemada defalarca tekrarladıklarından biri elbette ve bu filmden önce de sonra da, hikâyelerinin değeri birbirinden farklı onlarca örnekte tekrar tekrar yarattı bu karakteri usta sinemacı. Belki ve özellikle de bugün çok tanıdık gelecektir bu tipleme ama performansı ile Altın Portakal kazanan Güney işte bu karakterin hakkını tam anlamlı ile veriyor ve doğal karizmasını ve hikâyeye uygun fiziğini filmin hizmetine sunuyor çarpıcı bir başarı ile.
Senaryodaki subay ve kadın öğretmen tiplemeleri herhalde dönemin gerçekleri ve sansür kurulu baskısının sonucu olarak birer mükemmel Cumhuriyet aydını örneği olarak çıkıyorlar karşımıza. Bırakın askerlerle kaçakçıların ortak çalıştığını göstermek, film burada her iki karakteri de kusursuz birer devlet çalışanı olarak sergiliyor. Bu zorunlu tercihin bir yapaylık yarattığı inkâr edilemez ve okula gitmekle ilgili fazlası ile resmî ağız kokan diyaloglarla birlikte değerlendirildiğinde (ve çocukların okuduğu “Dağ Başını Duman Almış” marşını da ekleyerek), Akad’ın zarif dili ve hassas bakışı ile uyumsuzluk yarattıkları da açık bu durumun. Bu önemli ama kaçınılmaz problem bir yana bırakılırsa, Akad’ın “aksiyon” sahnelerindeki başarısı ile ayrıca önem kazanan bir yapıt bu. Scorsese’nin “Türk western’i” ifadesi ile tanımladığı filmde taş evler arasındaki dar sokaklardaki çatışma ve takip sahneleri ya da geniş ve boş düzlüklerdeki yüzleşmeler başta olmak üzere -yine- hem içerik olarak hem de görsel açıdan klasik westernlerin atmosferini ilginç ve vurucu bir şekilde yaratıyor Akad. Kameranın Yeşilçam’ın ucuz numaralarından uzak durarak, örneğin o dar sokaklarda geçen sahnelerde yarattığı görsel gerilim gerçekten tüm takdirleri hak edecek güzellikte ve Akad’ın ustalığının aslında hiç şaşırtmaması gereken örneklerinden sadece biri.
En somut örneği topraksızlık olan yaşam koşullarının, ağalık düzeninin ve cahilliğin eleştirildiği film 1960’ların ortalarında başlayan Spagetti Western’in ilk örneklerinden biri sayılabilecek sahneleri (örneğin boynuna ip bağlanan adamla düello sahnesi bir Sergio Leone filminde görseniz asla yadırgamayacağınız bir bölüm) ile de ilgi toplayabilir. Subayın “Toprak onu işleyenleri birleştirir” sözü yörede bir türlü gerçekleştirilemeyen toprak reformuna çok dolaylı da olsa bir gönderme olurken, filmin bu western tarzını yörenin sorunlarına -yetersiz de olsa- eğilen bir hikâyede doğal bir uyum içinde kullanabilmesi dikkat çekiyor. Gerçekçilik ile şiirselliğin ele ele olduğu, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı içerisinde de rahatlıkla değerlendirilebilecek film Akad için de Güney için de sinema kariyerlerinde bir dönüşümün başlangıç noktası olarak da ayrıca değer taşıyan bir çalışma.