“Bozkırı tek başına kurtaramazsın”
Moğolistan’da ıssız bir bozkırı yeşillendirmeye çalışan bir adamın hikâyesi.
Bir iki cümleden uzun sürmeyen diyaloglar, zaman zaman yeşilin çarpıcı bir kontrast yarattığı bozkır, ıssızlığın ortasında bir çadır, iki farklı dil konuşup birbirlerini anlamayan insanlar, sessizlik ve bu sessizliği arada bozan doğanın sesleri… Hiçbir anında en ufak bir telaş göstermeyen bir anlatım, vurgusuz oyunculuklar, yavaş bir kamera ve kelimenin en gerçek anlamı ile sakinlik. Oysa filmde doğum var, cinayet(!) var, saldırı var, tanklar var, çatışmalar var, insan ticareti var.
Geniş alanları içeren çekimlerle, bir bozkırı yeşillendirmenin peşine düşen ve bu macerasında etrafındakileri ihmal eden bir adamın macerası gibi başlayan film, İngilizce isminin ima ettiğinin aksine, bu macerayı bir süre sonra ikinci plana atıp başka bir hikâyeye dönüşüyor; sınırlar, ilişkiler ve iletişim üzerine bu tür filmlere alışkın olmayan seyirci için sabır gerektiren bir tempoda ilerleyen bir yarı belgesel yarı dram. Bu tür yavaş tempolu filmlere yedirilen küçük de olsa bir mizah tonu olur bazen ama burada film bundan özenle uzak durmuş. Tempo herhangi bir iniş veya çıkıştan özenle kaçınıyor, ritimi hep aynı tutuyor. Öyle ki filmi hareketlendirecek(!) bir iki küçük olayda kameranın görüş alanının dışına taşıyor bu olayları. Çocuğun adam ile yakınlaşmasını gösteren yatak değiştirme sahnesi veya fırtınadan sonra dökülen/dağılan eşyaları toparlama bölümü sakin ve sessiz bir anlatım ile sütü kaynatan, ineği sağan kahramanlarımızı gösterirken tercih edilen tempodan hiçbir farklılık göstermeden ilerliyor. Filmdeki minimum diyalogların bir de doğal nedeni var elbette; erkek sadece Moğolca biliyor, kadın ve çocuk ise Korece. Hemen hiç konuşmadan birbirlerinin hayatının parçası olmaya çalışıyorlar.
Bozkırlardaki inanılmaz güzellikteki bulutların beyazını ve gökyüzünün mavisini, çarpıcı bir yeşil tonunu ve kum görünümündeki toprağın grisini başarılı bir biçimde kullanan filmin yine bir soğukluk içinde anlatılan büyükşehir bölümü kahramanımızın burada hissettiği yabancılığı, rahatsızlığı ve karısı ile arasındaki ilişkiyi anlatması açısından başarılı bir bölüm. Kimi sembolik veya ritüelleri gösteren sahneleri de barındıran filmin final karesi filmin belki de seyircide doğrudan bir etki yaratmayı hedeflemiş tek anı. Sınırdaki rüzgarda uçuşan mavi kurdeleler filmde daha önceden gösterilen dilek ağacına bağlanan mavi kurdeleler ile birlikte düşünülmesi gereken ve hikâyenin sonunu belirsiz bırakan bir unsur. Doğal olanın dışına asla çıkmayan, yavaş temposu ve bu tempoya göre uzun süresi ile seyredeni zorlayan ve karakterlerinin arada söylediği şarkılar dışında müziğe hiç başvurmayan film özetle her ruha uygun değil ama yönetmeninin de ifade ettiği gibi insanlar arasındaki sınırlar ve birbirini anlama üzerine alçak bir tonda çok şey söylüyor.
(“Desert Dream” – “Çöldeki Rüya”)