If Beale Street Could Talk – Barry Jenkins (2018)

“Bu ülke zencileri gerçekten sevmiyor. Zencileri o kadar sevmiyor ki evlerini bir cüzzamlıya kiralamayı tercih ederler”

İşlemediği bir suçtan dolayı tutuklanan erkek arkadaşını temize çıkarmaya çalışan bir genç kadının 1970’li yıllarda Harlem, New York’da geçen hikâyesi.

James Baldwin’in aynı adlı ve 1974 tarihli romanından uyarlanan, Barry Jenkins’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Genç kadının annesini oynayan Regina King’in Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandığı film ayrıca Orijinal Müzik ve Uyarlama Senaryo dallarında da bu ödüle aday olmuştu. Jenkins’in şiirsel bir gerçekçilik olarak tanımlayabileceğimiz bir dil yarattığı film siyah Amerikalıların toplumsal sorunlarını da, bu bireysel görünen hikâyenin parçası yaparak ek bir zenginliğe sahip olan, ABD’de bugün “Black Lives Matter” hareketinin neden hâlâ gerekli ve önemli olduğunu hatırlatan ve beyaz polis karakterinin gereksiz abartılı çizilmesi bir kenara bırakılırsa, romanın hakkını veren bir uyarlama.

James Baldwin’den romanı ile ilgili bir alıntı ile açılıyor film: “Beale New Orleans’da, Louis Armstrong ve cazın doğdu yerde, bir sokaktır. Amerika’daki her siyah; Jackson’da, Mississippi’de veya Harlem’de, herhangi bir Amerikan şehrinin siyah mahallesinde, bir Beale Sokağı’nda doğmuştur. Beale Sokağı bizim mirasımızdır. Bu roman bu mirasın sesi olmanın imkânsızlığı ve imkânı, mutlak gerekliliği hakkındadır”. Baldwin bu ifade ile, Beale’ın benzeri tüm sokakların sembolü olduğunu belirtiyor ve anlatılan hikâyenin de bu sokaklarda yaşayan siyahların herhangi birinin hikâyesi olabileceğini ima ediyor. Romanda ve ondan uyarlanan filmde anlatılan hikâye ise Tish (KiKi Layne) ve Fonny (Stephan James) adındaki iki genç insanın aşklarının erkeğin haksız bir tecavüz suçlaması ile hapse atılıp yargılanmaya başlaması ve bu arada kadının hamile olduğunu öğrenmesi üzerinden ilerlerken, Tish’in bir yandan Fonny’i temize çıkarma, diğer yandan da evlilik dışı gelişen hamilelik sürecini yönetme savaşını anlatıyor.

Tish bir alışveriş merkezindeki bir büyük mağazada parfüm reyonunda çalışmaktadır; Fonny ise okuduğu meslek lisesini bitirmeden terk eden, “(siyah) çocuklara hiçbir değerlerinin olmadığı söylenen ve etraflarında gördüklerinin de bunu kanıtladığı” bir yerde ahşap heykellere kendisini vererek arkadaşlarının akıbetlerinden uzak durabilmiş genç bir adam. Barry Jenkins onların öyküsünü anlatırken günümüz Amerika’sında da sıkça gördüğümüz fotoğrafları da kullanıyor; yoksul siyahların ve polislerle siyah genç adamların karşı karşıya olduğu görüntüleri içeren bu siyah-beyaz fotoğraflar filmin öyküsünü bireysel olmaktan çıkarıp toplumsal bir boyut katıyor ona. Başta aile ile bağlantılı olanlar olmak üzere karakterler arası ilişkiler, yoksulluk, siyah bireylerin toplumsal düzende saygın ve arzularına uygun bir yer alabilmelerinin zorluğu ve bu bireylerin gerek toplum içinde gerekse devletin güçleri karşısında karşılaştıkları önyargılar belgesel havası ile bu fotoğraflarda beliriyor adeta. Barry Jenkins ve görüntü yönetmeni James Laxton filmin görsel atmosferini yaratırken siyah Amerikalı fotoğrafçı Roy DeCarava’nın eserlerinden esinlenmişler ve kendi ifadeleri ile “Baldwin’in dilinin ve Harlem’in saf enerjisi”nin karşılığını üretmeye çalışmışlar. Oldukça başarılı bir görsel dili var filmin; açılıştaki romantik sahneden başlayarak sıcak renklerle ve kameranın sürekli bir hafiflik havası veren hareketleri ile son sahnesine kadar hep bu zarif görselliği koruyor Jenkins. Aslında hayli karamsar bir öykü anlatılan ama bu görsel tercihlerin de desteklediği bir yaşam sevincini de (hüzün ve melankoliyi de hep içererek) hemen her anında koruyor film. Lirik bir dans olarak da tanımlanabilecek bir atmosfer oluşmuş bu sayede karakterlerin hareketlerine ve konuşmalarına da yansıyan.

Tish karakterinin zaman zaman anlatıcı rolünü üstlendiği (filme kayda değer bir katkı sağlamış görünmüyor bu tercih; roman da onun ağzından anlatılmış olsa da) film günümüz ile geçmiş arasında gidip gelirken bir yandan karakterleri tanımamızı ve anlamamızı sağlıyor, diğer yandan da zorlu bir adaleti bulma sürecine tanıklık etmemizi sağlıyor. Nicholas Britell’in 1970’leri ve cazı çağrıştıran çok başarılı müzik çalışmasının ve onunla hayli uyumlu ve hikâyeyi daha da elle tutulur kılan şarkılarla oluşturulan soundtrack’in de (ilk cinsel birlikteliğe eşlik eden sahnede kullanılan John Coltrane’in “I Wish I Knew” şarkısı gibi) takdiri hak ettiği yapıtın gerçekçiliğine pek de önemsiz olmayan bir sıkıntı yaratan yanı Fonny’nin başını derde sokan, siyahlara karşı ön yargılı polis karakteri. Ed Skrein’in performansı değil problemi yaratan; kamera açılarının da gösterdiği gibi Skrein kendisinden beklenene uygun hareket etmiş ama senaryonun ve Jenkins’in bu karakteri bir karikatür düzeyinde tanımlaması asıl sorunu yaratan. Buna karşılık senaryo örneğin Fonny’nin arkadaşı Daniel’in yaşadıklarının bir örneği olduğu köşeye sıkışmışlığı çok iyi anlatıyor. Fonny’nin “Hapisteyken, Malcolm’un (X) ve adamlarının bahsettiği şeyi anladım: Beyaz adam şeytan olmalı; çünkü insan olmadığı kesin” veya “En kötüsü, seni çok korkutabilmeleri” sözleri ve yine onun finalde yapmak zorunda olduğu seçim bu sıkışmışlığın göstergeleri ile ilgili birkaç örnek sadece. Tish’in çalıştığı mağazada siyah ve beyaz erkeklerin kendisine farklı bakışları üzerinden de siyah topluma hem içeriden hem dışarıdan bir eleştiri getiriyor Jenkins.

Öyküdeki bireylerin yaşadıkları ve fotoğraflar aracılığı ile altı çizilen toplumsal sorunların biçim ve içerik daha güçlü ve daha doğal bir şekilde ilişkilendirilmesi gerekirmiş gibi göründüğü film katı dinci bakışa da bir eleştiri getiriiyor ama bu eleştiri -bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde- mizahî bir havaya da sahip olduğu için bu eleştirinin etkisi azalıyor. Sadece Oscar kazanan Reginald King değil, filmin melankolik dans havasını performanslarına çok iyi yansıtan tüm kadro hayli başarılı. Özellikle dizginlenmiş görünen bir performansla hem lirik bir hafiflik yaratıyor hem de karakterlerini çekici kılıyor tüm oyuncular. Tish’in ailesi ile Fonny’nin ailesinin hamilelik haberi nedeni ile bir araya geldiği bölüm gibi oyunculuğu, mizanseni ve içeriği ile çok başarılı olan pek çok sahnesi olan filmin dönemin siyah birey ve ailelerin yaşamları ile ilgili içerdiği ince gözlemler de bu kadro sayesinde ayrıca değerleniyor.

Kendisini “Blues’un Babası” olarak tanımlayan Amerikalı müzisyen W. C. Handy’nin 1916 tarihli “Beale Street Blues” adlı şarkısından adını almış -roman ve ondan uyarlanan- film ve şarkıdaki sokak da Memphis’deymiş. Barry Jenkins ‘in bu ve benzeri sokaklardaki siyahların öyküsünü karakterlerine saygı ve sevgi ile yaklaşarak anlattığı film kesinlikle görülmeyi hak eden bir yapıt.

(“Sokağın Dili Olsa”)

(Visited 97 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir