If Beale Street Could Talk – Barry Jenkins (2018)

“Bu ülke zencileri gerçekten sevmiyor. Zencileri o kadar sevmiyor ki evlerini bir cüzzamlıya kiralamayı tercih ederler”

İşlemediği bir suçtan dolayı tutuklanan erkek arkadaşını temize çıkarmaya çalışan bir genç kadının 1970’li yıllarda Harlem, New York’da geçen hikâyesi.

James Baldwin’in aynı adlı ve 1974 tarihli romanından uyarlanan, Barry Jenkins’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Genç kadının annesini oynayan Regina King’in Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandığı film ayrıca Orijinal Müzik ve Uyarlama Senaryo dallarında da bu ödüle aday olmuştu. Jenkins’in şiirsel bir gerçekçilik olarak tanımlayabileceğimiz bir dil yarattığı film siyah Amerikalıların toplumsal sorunlarını da, bu bireysel görünen hikâyenin parçası yaparak ek bir zenginliğe sahip olan, ABD’de bugün “Black Lives Matter” hareketinin neden hâlâ gerekli ve önemli olduğunu hatırlatan ve beyaz polis karakterinin gereksiz abartılı çizilmesi bir kenara bırakılırsa, romanın hakkını veren bir uyarlama.

James Baldwin’den romanı ile ilgili bir alıntı ile açılıyor film: “Beale New Orleans’da, Louis Armstrong ve cazın doğdu yerde, bir sokaktır. Amerika’daki her siyah; Jackson’da, Mississippi’de veya Harlem’de, herhangi bir Amerikan şehrinin siyah mahallesinde, bir Beale Sokağı’nda doğmuştur. Beale Sokağı bizim mirasımızdır. Bu roman bu mirasın sesi olmanın imkânsızlığı ve imkânı, mutlak gerekliliği hakkındadır”. Baldwin bu ifade ile, Beale’ın benzeri tüm sokakların sembolü olduğunu belirtiyor ve anlatılan hikâyenin de bu sokaklarda yaşayan siyahların herhangi birinin hikâyesi olabileceğini ima ediyor. Romanda ve ondan uyarlanan filmde anlatılan hikâye ise Tish (KiKi Layne) ve Fonny (Stephan James) adındaki iki genç insanın aşklarının erkeğin haksız bir tecavüz suçlaması ile hapse atılıp yargılanmaya başlaması ve bu arada kadının hamile olduğunu öğrenmesi üzerinden ilerlerken, Tish’in bir yandan Fonny’i temize çıkarma, diğer yandan da evlilik dışı gelişen hamilelik sürecini yönetme savaşını anlatıyor.

Tish bir alışveriş merkezindeki bir büyük mağazada parfüm reyonunda çalışmaktadır; Fonny ise okuduğu meslek lisesini bitirmeden terk eden, “(siyah) çocuklara hiçbir değerlerinin olmadığı söylenen ve etraflarında gördüklerinin de bunu kanıtladığı” bir yerde ahşap heykellere kendisini vererek arkadaşlarının akıbetlerinden uzak durabilmiş genç bir adam. Barry Jenkins onların öyküsünü anlatırken günümüz Amerika’sında da sıkça gördüğümüz fotoğrafları da kullanıyor; yoksul siyahların ve polislerle siyah genç adamların karşı karşıya olduğu görüntüleri içeren bu siyah-beyaz fotoğraflar filmin öyküsünü bireysel olmaktan çıkarıp toplumsal bir boyut katıyor ona. Başta aile ile bağlantılı olanlar olmak üzere karakterler arası ilişkiler, yoksulluk, siyah bireylerin toplumsal düzende saygın ve arzularına uygun bir yer alabilmelerinin zorluğu ve bu bireylerin gerek toplum içinde gerekse devletin güçleri karşısında karşılaştıkları önyargılar belgesel havası ile bu fotoğraflarda beliriyor adeta. Barry Jenkins ve görüntü yönetmeni James Laxton filmin görsel atmosferini yaratırken siyah Amerikalı fotoğrafçı Roy DeCarava’nın eserlerinden esinlenmişler ve kendi ifadeleri ile “Baldwin’in dilinin ve Harlem’in saf enerjisi”nin karşılığını üretmeye çalışmışlar. Oldukça başarılı bir görsel dili var filmin; açılıştaki romantik sahneden başlayarak sıcak renklerle ve kameranın sürekli bir hafiflik havası veren hareketleri ile son sahnesine kadar hep bu zarif görselliği koruyor Jenkins. Aslında hayli karamsar bir öykü anlatılan ama bu görsel tercihlerin de desteklediği bir yaşam sevincini de (hüzün ve melankoliyi de hep içererek) hemen her anında koruyor film. Lirik bir dans olarak da tanımlanabilecek bir atmosfer oluşmuş bu sayede karakterlerin hareketlerine ve konuşmalarına da yansıyan.

Tish karakterinin zaman zaman anlatıcı rolünü üstlendiği (filme kayda değer bir katkı sağlamış görünmüyor bu tercih; roman da onun ağzından anlatılmış olsa da) film günümüz ile geçmiş arasında gidip gelirken bir yandan karakterleri tanımamızı ve anlamamızı sağlıyor, diğer yandan da zorlu bir adaleti bulma sürecine tanıklık etmemizi sağlıyor. Nicholas Britell’in 1970’leri ve cazı çağrıştıran çok başarılı müzik çalışmasının ve onunla hayli uyumlu ve hikâyeyi daha da elle tutulur kılan şarkılarla oluşturulan soundtrack’in de (ilk cinsel birlikteliğe eşlik eden sahnede kullanılan John Coltrane’in “I Wish I Knew” şarkısı gibi) takdiri hak ettiği yapıtın gerçekçiliğine pek de önemsiz olmayan bir sıkıntı yaratan yanı Fonny’nin başını derde sokan, siyahlara karşı ön yargılı polis karakteri. Ed Skrein’in performansı değil problemi yaratan; kamera açılarının da gösterdiği gibi Skrein kendisinden beklenene uygun hareket etmiş ama senaryonun ve Jenkins’in bu karakteri bir karikatür düzeyinde tanımlaması asıl sorunu yaratan. Buna karşılık senaryo örneğin Fonny’nin arkadaşı Daniel’in yaşadıklarının bir örneği olduğu köşeye sıkışmışlığı çok iyi anlatıyor. Fonny’nin “Hapisteyken, Malcolm’un (X) ve adamlarının bahsettiği şeyi anladım: Beyaz adam şeytan olmalı; çünkü insan olmadığı kesin” veya “En kötüsü, seni çok korkutabilmeleri” sözleri ve yine onun finalde yapmak zorunda olduğu seçim bu sıkışmışlığın göstergeleri ile ilgili birkaç örnek sadece. Tish’in çalıştığı mağazada siyah ve beyaz erkeklerin kendisine farklı bakışları üzerinden de siyah topluma hem içeriden hem dışarıdan bir eleştiri getiriyor Jenkins.

Öyküdeki bireylerin yaşadıkları ve fotoğraflar aracılığı ile altı çizilen toplumsal sorunların biçim ve içerik daha güçlü ve daha doğal bir şekilde ilişkilendirilmesi gerekirmiş gibi göründüğü film katı dinci bakışa da bir eleştiri getiriiyor ama bu eleştiri -bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde- mizahî bir havaya da sahip olduğu için bu eleştirinin etkisi azalıyor. Sadece Oscar kazanan Reginald King değil, filmin melankolik dans havasını performanslarına çok iyi yansıtan tüm kadro hayli başarılı. Özellikle dizginlenmiş görünen bir performansla hem lirik bir hafiflik yaratıyor hem de karakterlerini çekici kılıyor tüm oyuncular. Tish’in ailesi ile Fonny’nin ailesinin hamilelik haberi nedeni ile bir araya geldiği bölüm gibi oyunculuğu, mizanseni ve içeriği ile çok başarılı olan pek çok sahnesi olan filmin dönemin siyah birey ve ailelerin yaşamları ile ilgili içerdiği ince gözlemler de bu kadro sayesinde ayrıca değerleniyor.

Kendisini “Blues’un Babası” olarak tanımlayan Amerikalı müzisyen W. C. Handy’nin 1916 tarihli “Beale Street Blues” adlı şarkısından adını almış -roman ve ondan uyarlanan- film ve şarkıdaki sokak da Memphis’deymiş. Barry Jenkins ‘in bu ve benzeri sokaklardaki siyahların öyküsünü karakterlerine saygı ve sevgi ile yaklaşarak anlattığı film kesinlikle görülmeyi hak eden bir yapıt.

(“Sokağın Dili Olsa”)

Moonlight – Barry Jenkins (2016)

“Bazen o kadar çok ağlıyorum ki gözyaşına dönüşecekmiş gibi hissediyorum”

Miami’nin yoksul mahallelerinden birinde yetişen siyah ve eşcinsel bir adamın çocukluk, ergenlik ve gençlik yıllarının hikâyesi.

Tarell Alvin McCraney’in yarı otobiyografik oyunundan uyarlanan, hikâyesini yine McCraney’in yazdığı, senaristliğini ve yönetmenliğini Barry Jenkins’in üstlendiği Amerikan yapımı bir film. 2017’de hem Oscar hem Altın Küre’de en iyi film ödülünü kazanan -ve bu başarısı ile kimilerini şaşırtan, kimilerinin de ödülü Hollywood’un siyah sanatçılara karşı günah çıkarması olarak görmesine neden olan- çalışma Oscar kazanan ilk LGBT filmi olmasının yanısıra tüm kadrosu siyah oyunculardan oluşan ilk Oscarlı film olma başarısını da göstererek Amerikan sinema tarihinde yerini aldı şimdiden. Kimi ufak biçimsel oyunlarının yanında, yarattığı atmosferle ve ele aldığı temalar ile de hayli ilginç bir çalışma bu. Baş karakterinin, ergenlikten gençlik çağına geçişte yaşadığı çarpıcı fiziksel dönüşümle zıtlık oluşturacak şekilde hiç değişmeyen sessizliği ve çekingenliğinin yanında, hikâyenin kimlik (kimilerinin eleştirisine neden olacak şekilde, kahramanının sınıfını dikkate almayarak çoğunlukla sadece cinsel kimlik), cinsellik ve ailenin tanımı/anlamı üzerine düşündüğü/düşündürttükleri filmi kesinlikle seyri gerekli olanların arasına yerleştiriyor. Tüm bunların yanında filmin karakteri üzerinden sergilediği hüzün ve kalp kırıklığı ise başlı başına çarpıcı bir unsur olarak gösteriyor kendisini.

Uyuşturucunun hemen hemen aleni olarak pazarlandığı bir mahallede yaşayan, babası ortada olmayan, annesi uyuşturucu kullanan küçük bir çocuk olarak karşılaşıyoruz hikâyenin kahramanı ile. Üç ayrı bölümde anlatılıyor hikâye: ilk bölüm “Ufaklık” (veya “Küçük”) adını taşıyor ve çocuğu, ailesini, arkadaşlarını ve özellikle okulda yaşadığı zorbalıkları görüyoruz. “Chiron” (baş karakterin adı bu) adını taşıyan İkinci bölümde, on altı yaşında liseli bir genç artık kahramanımız ama hemen hiç değişmeyen yaşam koşulları ve okulda da artan zorbalıklar nedeni ile mutsuzluğu devam ediyor. Son bölüme “Black” (“Kara”) adı verilmiş ve burada fiziksel yönden çok değişmiş, içinde bulunduğu yaşamda ayakta kalabilmek için gerekenleri yapmaya başlamış ama cinsel kimliği nedeni ile hüznü, yalnızlığı ve mutsuzluğu değişmemiş bir adam olarak görüyoruz onu. Pek konuşmayan, konuştuğunda da alçak tonda konuşan bir karakter bu ve sinemanın karşımıza getirdiği en yalnız erkeklerden biri belki de. Hikâyenin ilk iki bölümünde hayli ürkek bir insan olarak görüyoruz onu ve her zaman dışlanmasının sonucu olarak adeta kaçak yaşıyor.

Karakteri üç ayrı bölümde üç ayrı oyuncu canlandırmış (yaş sırası ile; Alex R. Hibbert, Ashton Sanders ve Trevenate Rhodes) ve onların oyunculukları da karakterin kişiliği ile uyumlu olacak şekilde hayli ekonomik ve daha çok ürkek ve çekingen bakışların egemen olduğu bir havaya sahip. Son bölümdeki oyuncu olan Rhodes senaryonun da imkân sağlaması nedeni ile bir parça daha doğrudan oynuyor ama onunki bile çok dizginlenmiş bir performans. Belki de bu nedenle üç oyuncunun da ödüllerde adı geçmemiş pek ama açıkçası bir parça haksızlık bu; çünkü inişleri ve çıkışları olmayan bir karakteri oynamak kolay görünse de, karakteri gerçek ve doğal kılabilmek açısından hayli zor bir iş bu ve özellikle Rhodes bu zorluğun altından başarı ile kalkmış. Son bölümde altın zincirli ve dişlerindeki o tuhaf şeyler takılı olan karakteri gerçek kılabilmek ciddi bir başarının sonucu. Finaldeki “O günden beri kimseye dokunmadım” itirafını bu derece sert ve acı kılanlardan biri de onun o andaki performansı kesinlikle.

Ödüllerde adı geçen iki oyuncu, anne rolündeki Naomie Harris ve kahramanımızı henüz küçük bir çocukken koruması altına alan (ve annenin de kullandığı uyuşturucuyu da pazarlayan!) adamı oynayan Mahershala Ali olmuş. Yardımcı oyuncu olarak ilki Oscar’a aday olup, ikincisi kazanan bu oyuncuların performansları da hayli sağlam ama özellikle Harris’in oyunculuğu kadronun diğer tümünün aksine bir parça gösterişli görünüyor. Bu durum kazandığı Oscar’ı da açıklıyor belki ama açıkçası biraz farklı bir yerde duruyor filmin geneline bakıldığında.

Filme kaynaklık eden oyuna adını veren cümle, “Ay ışığında siyah çocuklar mavi görünür”, hikâyenin kimi kilit sahnelerinde yerini bulmuş görünüyor. Aslında deniz ve ay ışığı filmin iki kilit unsuru olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk döneminde, ortada olmayan babanın rolünü dolduran adamın kahramanımıza yüzme öğretmesi; gençlik döneminde, deniz kenarında yaşanan ilk temas; son bölümde, deniz kenarındaki bir evdeki itiraf(lar)… Bu üç dönem boyunca kahramanımızın yanında olan Kevin karakterinin kendi çocukluğunda anlattığı bir hikâyeden geliyor siyah çocukların ay ışığında mavi görünmesi ve görüntü yönetmeni James Laxton’ın çarpıcı çalışması da (renkli ama renklerin içindeki hüznü ve sertliği bulup çıkaran bir çalışma bu) bu hikâyeyi desteklemesi ile dikkat çekiyor. Filmin müzikleri de hayli ilginç: Siyahları anlatan hikâyelerde duymaya çok fazla alışmadığımız klasik müziğe de yer vererek (çocukların Amerikan futbolu oynadığı bir sahnede Mozart’ın bir koro eseri kullanılmış örneğin) bizi şaşırtan yönetmen Jenkins, ayrıca farklı siyah sanatçıların şarkılarını da hikâyenin yaşandığı zaman ve yerlere uygun bir şekilde eklemiş filmin müzik bandına. Nicholas Britell’in orijinal müzik çalışması ise farklı stillere uğrayarak hikâyeyi akıllıca takip ederken hayli mahir bir şekilde katkı sağlıyor filme.

Yazar James Baldwin bir röportajında 1950’lerde ABD’de olunacak en zor konumlardan birine sahip olduğunu söylemiş: Siyah, komünist ve eşcinsel. Kahramanımız ise bu özelliklerin ikisine sahip sadece ama bunlara yoksulluğu, annesinin durumunu, babasızlığı ve yaşadığı çevrenin sertliğini eklemek gerekiyor. Bu bağlamda bakarak, filme getirilen eleştirilerin belki de en önemlisi oldukça bireysel bir hikâye anlatması ve baş karakterin hikâyesinin sınıfsal boyutunu ihmal etmesi. Çok da haksız bir eleştiri değil bu ama günümüz sinemasının toplumsal olanı hemen hiç dert etmediğini düşünürsek Oscar’a uzanan bu filmden bunu beklemek pek gerçekçi değil. Evet, hikâye yaşandığı çevre ve kimlik kavgası üzerinde toplumsal bir şeyler söyleyebilmek açısından hayli yüksek bir potansiyele sahip ama burada bir ihmalden söz etmekten çok, zaten bunun hiç dert edilmemiş olduğunu söylemek gerekiyor. Sinema bireysel olana o denli eğildi ki toplumsal olanı hemen tamamen unuttu artık ve bu film de bunun sadece bir örneği.

Bir aşk filmi bu aynı zamanda; ilk bakışta pek de öyle değilmiş ve aslında bu açıdan bir parça tonu yetersiz bırakılmış olsa da. Bu yetersizlik, aşkın havada hep asılı duran bir tema olarak canlı tutulmamasından kaynaklanıyor. Filme damgasını vuran çok güçlü “aşk” sahneleri var oysa ki; okuldaki bir zorbalık sahnesinde, dövülenin kendisini başkalarının zoru ile döven arkadaşının yalvarmasına rağmen ayağa kalkmaya ve yumrukları yemeye devam etme çabası (aşkın yumruğu bu çünkü!); yıllar sonra gerçekleşen bir karşılaşmada birinin diğeri için yaptığı yemeğin özenle ve uzun bir şekilde gösterilmesi; bir telefon konuşmasının ve bir küçük umudun neden olduğu erotik bir rüya; finaldeki sahnede konunun etrafında dönüp duran, birbirlerine imalarda bulunan iki adamın karşılıklı “Beni neden aradın?” ve “Ne yani, öylesine mi geldin?” sorularının iç burkan güzelliği bu sahnelerin sadcece birkaçı. Tüm bunları birbirine belki birbiri ile yeterince iyi ilişkilendirememiş hikâye ama görenler/görmek isteyenler için aşkın güzelliği, koruyucu ve güçlendirici yanı ve umut veren yanı yerini almış hikâyede. Bu ilişkilendirememe problemi filmin geneli için de geçerli bir sıkıntı ayrıca, sadece aşk teması için değil.

Sahip olunamayan bir ailenin yerine yenisinin koyulduğu (yeni ailenin iki karakterinin hikâyeden öylesine kayboluvermeleri bir parça tuhaf), bir genç adamın gözyaşına dönüşmekten korktuğu, kameranın “duygusal” bir şekilde hareket ettiği, yetişkin Kevin rolündeki André Holland’ın final sahnesinde dokunaklı bir performans sergilediği, konuşulanlar kadar konuşulmayanların da önemli olduğu bu filmin -daha önce örneğin “Brokeback Mountain – Brokeback Dağı” filminin yaptığı gibi- eşcinselliği büyük şehirlerden küçük yerlere, zengin ve üst sınıflardan yoksul ve alt sınıflara taşıması da çok önemli. İlk filmi “Medicine for Melancholy” ile sinemaya iyi bir giriş yapan Barry Jenkins’in bu ikinci filmi parlak bir başarı özetle. Cinsel ve etnik kimliğin, onu yok edecek kadar sınıf kimliğinin önüne geçmesi önemli bir sorun, hikâyenin özellikle son bölümünde zaman zaman bir gerçekçilik sorunu yaşanıyor ve görüntünün netliğinin zaman zaman gereksiz kaybolması gibi problemli (problemli çünkü hikâyenin acı havasına bir dış müdahale havası sokuyor ve bir film seyrettiğimizi hatırlatıyor bu tercih) yanları olsa da parlak ve önemli bir film bu kesinlikle.

(“Ay Işığı”)

Medicine for Melancholy – Barry Jenkins (2008)

“Her siyah adamın bir Cosby taklidi vardır”

Bir gecelik ilişkilerinin sabahında tanışan bir erkek ve bir kadının yirmi dört saatlik ilişkilerinin hikâyesi.

ABD’li bağımsız sinemacı Barry Jenkins’in ilk uzun metrajlı çalışması. Hemen tüm sahnelerinde sadece iki oyuncusunun görüntüye geldiği film tipik bir bağımsız Amerikan filmi. Tom Waits ve Dickon Hinchliffe gibi ünlü isimlerin yanında bağımsız müzisyenlerden oluşan sıkı bir müzik bandı, düşük bir bütçe, oyuncularının doğal ve samimi performansları ve romantizme eşlik eden politik alt metni ile film görülmeyi hak eden bir çalışma.

Jenkins kendi yazdığı senaryosu ile sadece bir erkek ve bir kadının seks ile başlayan ve aşk ile sona eren ilişkisini anlatmakla yetinmeyip filmine iki de alt metin yerleştirmiş. Filmin ikinci yarısında, erkek kadına “kendini nasıl tanımlarsın” diye soruyor ve kendi cevabını “ben siyahım” diye veriyor. Bu soru filmin “kimlik” ile ilgili alt metninin ipucu. Erkek hikâyede düzen dışı olanı, isyan edeni ve sorgulayanı temsil ediyor ve kadının aksine bu kimliği toplumun kendisine empoze ettiğini söylüyor. Erkek gibi siyah olan kadın ise düzenle çok daha uyum içinde, beyaz bir küratör ile yaşıyor ve herhangi bir kimlik problemi de hissetmiyor. Akvaryumculuk yapan erkeğin basit ve küçük evine karşılık kadının zengin ve büyük evi iki karakterin arasındaki bu “kimlik farkından” doğan bir sınıf farkını da vurguluyor kuşkusuz. Filmin kimliğin yanısıra ve onunla bağlantılı ikinci alt metni ise bugünlerde tüm Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da başını alıp giden “gentrification – mutenalaştırma” olgusunun karakterlerimizin yaşadığı San Fransisco’daki yansımalarını içeriyor. Bir sahnede iki baş karakter bir camın ardından bu olguyu tartışan ve insanların ev edinme haklarını savunan bir örgütün üyelerinin (ki kendilerini canlandıran gerçek karakterler bu kişiler) tartışmalarını seyrediyorlar ve burada iki karakterin yaşadıkları hayatların farklılığı itibari ile ayrıştığı noktanın da altı çiziliyor. Bu sahnenin bir parça akış içinde garip durduğunu ve Jenkins’in kimi anlarda bu politik metinleri hikâye ile yeterince kaynaştıramadığını da belirtmiş olalım bu arada.

Kadının üst sınıflara, beyazlara veya “beyazlaşmışlara” hitap eden MOMA’ya (Modern Sanatlar Müzesi), erkeğin ise Amerika’daki siyah halkın geçmişine odaklanan MOAD’a (Museum of the African Diaspora) gitmeyi tercih etmesi veya erkek konuşmalarını sürekli siyah olduğu üzerinden üretirken kadının bu konuyu gündemine bile almaması iki karakterin bir günlük maceralarının nereye gideceğinin ip ucunu veriyor aslında ve bu tercih film için bir zayıflık da değil kesinlikle. Film tam yirmi dört saat sonra biterken, başlangıçta bir evi birlikte terk eden iki karakterden biri diğerinin evinden tek başına ayrılıyor ve hikâyemizi beklendiği veya olması gerektiği gibi sona erdiriyor. Evet, belki de olması gerektiği gibi çünkü kadın yoksulların yaşadıkları yerlerden çıkarılıp iyice dışarılara atıldığı ve onlardan boşalan ve mutenalaştırılan semtlere zenginlerin yerleştiği bir düzende güçlü tarafta olmayı seçmişken erkek bunun acısını çeken ve sorgulayan tarafta duruyor. Jenkins sürekli kullandığı el kamerası ve hemen tamamen siyah-beyaz olarak çektiği filmde, filme adını veren melankoliyi de işte hem tam burada, bu sürmesi olanaksız olan birliktelikte hem de yoksulun hep daha da öteye itilecek olmasında buluyor ve sergiliyor bize.

Gereksiz uzatılmış gibi görünen atlı karınca ve gece kulübü sahneleri ve politik metnin iki karakter arasındaki aşk hikâyesi ile her zaman iyi kaynaşamaması gibi kusurları bir kenara bıraklıp seyredilmesi gerekli bir film karşımızdaki. Tüm film boyunca yüzleri hemen hiç görüntüden çıkmayan ve yönetmenin sık sık sadece yüzleri sergileyen yakın plan çekimleri ile işleri de hayli zor olan iki oyuncu (erkeği oynayan Wyatt Cenac ve kadını oynayan Tracey Heggins) üstlerine düşeni fazlası ile yapmışlar ama Cenac’ın senaryonun da katkısı nedeni ile bir adım öne çıktığını belirtelim. James Laxton’ın başarılı görüntülerinin desteklediği Jenkins’in yumuşak anlatımı ile de öne çıkan film göstermekle yetinmeyip aynı zamanda düşündürten sinema eserlerinden. Sadece iki karakterin ilişkisine değil, tüm bir şehire, ayrımcılığa ve ırk sorununa da dokunan melankolisi de belki kalplerden çok akıla hitap ediyor.