İftarlık Gazoz – Yüksel Aksu (2016)

“Hocam, teravihi ertelesek? Teravihi maçtan sonra kılıversek?”

1970’lerde, Ege Bölgesindeki bir köyde yaşayan ve yaz tatilini yerli bir seyyar gazoz satıcısının yanında çalışarak geçiren bir çocuğun hikâyesi.

Yüksel Aksu’nun yazdığı ve yönettiği bir film. Popüler sinemanın sinemamızdaki -maalesef sayısı gittikçe azalan- düzeyli örneklerinden biri olan çalışma, “politik komedi” türüne rahatlıkla yerleştirilebilecek, keyfi seyirli bir eser. Ölüm orucu ile ramazanda tutulan orucun kavramsal olarak örtüştürüldüğü film, hafif bir komedi havasında başlayan ama hikâyesi ilerlerken, trajediyi ve politikayı daha ağırlıklı biçimde kullanan bir sinema eseri ve kimi kusurları olsa da görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle. Düzeyli oyunculukları, zaman zaman bir masal havasını çağrıştıran görüntüleri, müzikleri ve tüm bunlardan da önce dürüstlüğü ile ilgi çeken bu filmi görmekte yarar var kesinlikle.

Hikâyenin başında gardiyanlar tarafından bir sedyede taşınan ve ölüm orucunda olduğunu sonradan öğrendiğimiz çok bitkin durumdaki bir genci görüyoruz. Genç adamın cezaevinin duvarında gördüğü “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” yazısından 1970’li yıllara geçiş yapıyoruz ve aynı cümlenin yazılı olduğu bir okulun karne gününe tanık oluyoruz. “Günümüz”ün tarihi olarak 1980 Haziran ayı deniyor ama duvarda asılı Kenan Evren portresi ve televizyonda gösterilen ve darbenin sembol şarkısı olup darbeciler tarafından sipariş edilen Müşerref Akay şarkısı “Türkiyem” 12 Eylül 1980 darbesinin sonrasını işaret ediyor aslında. Bu tarih çelişkisi belki bilinçlidir ama tercih doğru görünmediği gibi gereksiz de duruyor. Akay’ın şarkısının klibinde gösterilen turistik görüntüler (Pamukkale, Kapadokya vs.) ve “Türke Türkten başka yoktur dost millet” sözleri ülkeyi yönetenlerin gurur duyulacak bir ülkeden ne anladıklarının ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için benimsedikleri “bizden olmayan herkes, düşmandır” söyleminin sembolü olurken, aynı anlayışın bugün de devam ettiğini hatırlatıyor bize.

Hikâyenin açılış ve kapanış sahneleri dışındaki asıl kısmı 1970’li yılarda ve penaltının da olduğu bir dünya kupası finaline tanık olduğumuza göre 1974 yılında geçiyor. Okulu tatil olan takdirnameli öğrencimiz yaz aylarında yörenin yerel gazozcusunun yanında çalışmak istiyor ve kabul ettiriyor bunu ailesine. Dönem siyasetin ülkenin atmosferinde kendisini ağırlıklı olarak hissettirdiği zamanlar ve günlük hayatın içinde de bir şekilde hep gösteriyor kendisini: Çocuğun ailesinin de çalıştığı tütün tarlasının sahibi olan adamın üniversiteli oğlu, Ankara’da “karıştığı anarşik olaylar” nedeni ile başı derde girince memleketine geri dönmek zorunda kalmış; babasının evinde Menderes’in portresi, Halkevi’nde ise Mahir Çayan ve Atatürk resimleri asılı yan yana; kasabanın duvarlarında ve kırlık alandaki çeşmede “Bağımsız Türkiye”, “Kahrolsun Faşizm” ve “Dev-Genç” yazılamaları var… Çocuk bir yandan bu üniversiteli genç aracılığı ile devrimci düşüncelerle tanışırken (genç adam ona okuması için Gorki’nin “Ekmeğimi Kazanırken” kitabını veriyor örneğin ve tarlaya beraber yaptıkları yolculuklarda “emek bilinci” üzerine konuşmalar yapıyor onunla), bir yandan da özenerek ve hoşlandığı bir kızın da tuttuğunu düşünerek oruç tutmaya çalışmanın sıkıntılarını yaşıyor. Yüksel Aksu’nun senaryosu çocuğun maruz kaldığı bu politik ve dinî söylemleri hikâyesinin de temeli yapmış aslında ve beklendiği üzere hem olumlu hem olumsuz tepkiler almış film bu yüzden.

Çocuğun iki “usta”sı var filmde: Biri yanında çalıştığı gazozcu, diğeri ise genç öğrenci. Her ikisi de kendi doğrularını öğretmeye çalışıyor çocuğa. Bir de caminin imamı var; onun söylemleri ise içerdiği tüm hoşgörüye karşın o yaştaki bir çocuğun kafasını karıştıracak güçte. Devrimci genç, bu gencin “reformist” bulduğu için eleştirdiği Ecevit’i seven (dükkanında resmi asılı) gazozcu ile imamın söylemleri ve hayat görüşleri içinde büyüyen ve yolunu bulmaya çalışan bir çocuğu anlatıyor Yüksel Aksu, Yusuf Kurçenli’ye ithaf ettiği filmde. Bunu yaparken de bir “Ege filmi” ortaya koyuyor kesinlikle ve belki de buradaki yaşam düzenine de övgüler düzüyor bir yandan da. Çağan Irmak’ın 2005 yapımı “Babam ve Oğlum” filmi yine bir Egeli devrimciyi ve oğlunu odağına almıştı; Yüksel Aksu ise o filmdeki mizahın dozunu bir parça artırırken, doğrudan politik içeriği de fazlalaştırmış burada. Her iki filmin bir başka ortak teması da işte bu Ege yaşamının, ülkenin içinde bulunduğu kimlik çatışması sorununa karşı sunulan -ve belki de artık yitirilmiş görünen- bir alternatif olarak gösterilmesi belki de.

“Kadınlı erkekli” tütün tarlasında çalışan, karşılıklı mâniler söyleyen veya deniz kenarında rakının da içildiği şarkılı türkülü yemekler düzenleyen bir yöre halkı var karşımızda. Bu halkın dinle ilgili pratik uygulamaları da günlük hayatın gerekliliklerine uyarlanmış ve katılıktan uzak bir havada görünüyor. Ramazan geceleri erkekler toplu olarak teravih namazı kılıyorlar ama namazın zamanı dünya kupası final maçı ile çakışınca, namazı ertelemeyi tercih ediyorlar. Namaz öncesi hocanın vaizi sırasında, kendi aralarında günlük hayatla ilgili konuşmalar yapmaktan da geri durmuyorlar. Aksu’nun filmi, kimilerinin “dini normalleştirmek”, kimilerinin ise “dini cüretkâr bir şekilde esnetmek (ve hatta dine hakaret etmek)” suçlamalarına maruz kalsa da ilkini mutlak bir şekilde önermediği gibi, ikincisini de kesinlikle içermiyor. Zaman zaman “hatırlıyorum” havasını taşıyan hikâyenin bu bağlamda daha çok “gerçekçi bir özlemi” yaşatmaya çalıştığını söylemek mümkün. Günümüz Türkiyesi’nde -ne yazık ki kimileri için radikal görünecek- bu özlemin, içinde bulunduğumuz karanlık günlere karşı bir ses olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Kaldı ki şöyle bir tarihî gerçek de var: 12 Eylül darbesinden sonra açılan Dev-Yol davasında sanıkların yedisi imamdı. Aynı doğruya götürüyorsa, farklı yollardan gitmenin, birbirine ve asıl hedefe zarar vememek koşulu ile, bir sakıncası olmasa gerek.

Sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan animasyon sahnesinin de desteklediği bir masal havası var filmin. Mirsad Herovic’in görüntüleri, gece el fenerleri eşliğinde tütün toplanması sahnesinde (buradaki müzik, ağıt havası ile kesinlikle etkileyici) olduğu gibi hayli başarılı. Görsel efektlerle yaratılmış yıldızlı ve hilalli gökyüzü karelerinin doğal bir hava taşıması da bu masal atmosferini destekliyor zaman zaman. Evet, bir masal bu; ama iyilerin kazandığı türden bir masal değil. Finaldeki, dozu bir parça kaçırılmış görünen ve bu açıdan Çağan Irmak’ın filmlerinin ucu kaçmış duygusallığını hatırlatan, trajedilerin de gösterdiği gibi hüznün kendisini epey hissettirdiği hikâye yine de umudu elden bırakmıyor (ölüm anından hemen önceki zafer işaretinde olduğu gibi). Günümüzde -altı özellikle çizilen kimlik çatışması ve gücü elinde tutanların kendilerinden olmayan kimlikleri yok etmeye yönelik icraatları nedeni ile- gittikçe daha da zorlaşan birlikte yaşam için geçmiş zamanlara bir selam gönderme anlamı taşıyor belki de bu masal havası ve yitirilen “şeyler”i hatırlatıyor bize. Hikâyenin 1970’li yıllarda geçmesi bu açıdan ayrıca önemli. 1980 darbesinden sonra bir yönetim tercihi olarak iktidarların her türlü toplumsal hareketi ezme ve liberallik ifadesi altında bireysellikleri ve bireysel düşünceleri öne çıkarma gayretlerinin henüz başlamadığı bir dönem bu çünkü.

Gazozcu rolündeki Cem Yılmaz’ın “Cem Yılmaz filmi” olarak adlandırabileceğimiz filmlerdeki karikatürlerden uzak düşen bir oyunculukla başarılı bir biçimde canlandırdığı karakterle ilgili önemli bir sıkıntısı var senaryonun. Hikâyede çocuk kadar yeri olan -bu yoğunlukta Cem Yılmaz’ın popülaritesi de etkili olmuştur herhalde- karakterle ilgili hemen hiçbir şey söylemiyor bize film. Küçük kusurları olan bu iyi niyetli adamın da bir hikâyesi vardır diye düşünüyor ve merak ediyorsunuz bu hikâyeyi ama bu merakı kesinlikle karşılamıyor senaryo. Böyle olunca da elimizde anlamlı olarak kalan tek temel unsur, bu karakter ile çocuk arasındaki usta-çırak ilişkisi oluyor. Cem Yılmaz’ın göründüğü tüm sahnelerde bolca konuşuyor olması veya filmin ramazan topu sahnesindeki baba-oğul ile usta-çırak ilişkisini karşılaştırması gibi ilgi çekici ve eğlenceli diyalogları içermesi bir çekicilik katıyor kuşkusuz ama öte yandan dozu kaçmış bir Cem Yılmaz şovuna da dönüşüyor zaman zaman bu bölümler. Çocuk oyuncu Berat EfeParlar’ın etkileyici başarısında ise hem onun yeteneğinin hem de yönetmen Aksu’nun payı olsa gerek. Parlar tek bir sahnesinde bile aksamadığı gibi, sessiz anlarında da en az diğer anları kadar etkileyici bir oyunculuk sergiliyor.

1970’li yıllarda, Urla’da üstsüz denize giren, güneşlenen turistler gerçekten var mıydı bilmiyorum ama bu sahneleri de hikâyesine doğal bir şekilde yerleştirmiş Aksu ve amatör oyuncuları, özellikle de kalabalık sahnelerde ustaca kullandığı yönetmenlik becerisi ile gerçekçi kılmış tüm bu anları. 1970’lerde -diğer başka nedenlerin yanında- dinî inanç gereği tutulan orucun 1980’li yılarda politik inanç nedeni ile tutulana dönüşmesini bir zorlama duygusu yaratmadan anlatan filmin finali, ne olacağını önceden hissettirse de etkileyici olmayı başarıyor kesinlikle ama keşke duygusallıktan bir parça daha uzak tutulsaymış bu sahneler ve keşke Cem Yılmaz adeta bir Yeşilçam parodisinde oynarmış gibi bakmasaymış cenaze sahnesinde.

Mevlana’nın “Açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir lütuftur” sözü ile bitiyor film. 1970’lerde bir çocuğun büyüdüğünün de bir kanıtı olarak kullanılan orucun, daha sonra zorbalığa karşı politik bir direnişin aracına dönüşmesini anlatan film, yerel tatlardan evrensel değerlere değinen eserlere uzanan filmler yapılabileceğinin başarılı bir kanıtı olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Gezi’de hayat bulan (ve şimdi sessizliğe bürünen) umudun bir uzantısı olarak da görülebilecek ve hayata sol bir dünyadan bakan film, iki baş oyuncusunun dışında tüm kadrosunun parlak performansları ve samimiyeti (ve dürüstlüğü) ile de dikkat çekerken, Ankara’dan gelen “kötü adamlar”ın kapanış jeneriğinde “K. Gerilla” olararak tanımlanması da ilginç açıkçası. Bu ifade eğer “kontrgerilla” anlamında kullanılmışsa (ki başka bir seçenek görünmüyor pek), neden bu şekilde kısaltılmaya ihtiyaç duyulduğunu sorgulamak gerekiyor. 2016’da ve Kültür Bakanlığı’nın desteği ile çekilen bu filmin bir benzerinin “dinî ve millî değerlere aykırılık” nedeni ile çekilemeyeceği bir düzene doğru hızla ilerleyen ülkede belki de bir çekingenlik neden olmuştur bu tercihe bilmiyorum ama filmin cesareti ile uyumlu değil bu kısaltma.

Hüseyin Aygün’ün BirGün’de yayımlanan ve filmin “Ege’nin güzel insanlarını; devletin, siyasal mücadelelerin amansızlığını, mecburi din dayatmasının çocuk ruhlardaki tahrişini” anlatmasını öven 3 Mart 2016 tarihli dokunaklı yazısında belirttiği gibi, bu hikâyede bir mezarı örten toprağa “ekilen” gazoz kapaklarının yıllar sonra bir çocuğun, Berkin Elvan’ın, mezarındaki bilyelere dönüştüğü bir ülke burası. İşte bu film de bu huzursuz ülkede hem yitip gidenleri anmak hem de bir umudu hatırlatmak gibi bir işlev görüyor. Görülmeli!

(Visited 556 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir