İki Gemi Yan Yana – Atıf Yılmaz (1963)

“Hacı Baba eski müşterilerimizdendir. Abdest alacaksa alsın, namaz kılacaksa kılsın. Üşürse ısıt, açsa doyur. Yoldan geldi, hamlığını al. Mafsalları gevşemişse, yolu ile sıkıştır”

Bir dolmuş seyahati sırasında yolcuların çantaları karşınca gelişen olayların hikâyesi.

Türk sinemasının 1963 yılından gelen hayli ayrıksı bir örneği. Kemal Tahir ve Atıf Yılmaz’ın senaryosundan Yılmaz tarafından çekilen film dönemine göre kimi açılardan hayli cüretkâr denebilecek özellikleri olan ve Yılmaz’ın yönetiminin de farklı bir cazibe kattığı bir çalışma. Hikâye kendi başına belki çok da orijinal değil ama filmin bugün bile fazla eskimemiş görünmemesi, Yılmaz’ın bu çalışmasının kendisini farklı kılan kimi özelliklerinin hâlâ yeni kalmış olduğunu da gösteriyor.

Sinemamız için bugün bile bakıldığında hayli önemli sayıda ana karakterin yer aldığı bir hikâye karşımızdaki. İlk filmlerinden birindeki Filiz Akın veya dönemin jönlerinden Orhan Günşiray’ın baş rolde göründüğü bir çalışma bu. Evet, göründüğü demek doğru çünkü Suzan Avcı’dan Altan Erbulak’a, Erol Günaydın’dan Sadettin Erbil’e, Hüseyin Baradan’dan Nubar Terziyan’a ve Turgut Boralı’dan Erol Keskin’e pek çok oyuncunun rolü nerede ise başrollerle eşit ağırlıkta; bu ağırlık hem film boyunca perdede göründükleri süre açısından hem de hikâyedeki önemleri açısından geçerli. Açıkçası bu zengin kadronun tümü de rollerinin hakkını veriyorlar ve zaman zaman festivallerde bir filmin tüm oyuncularına verilen ortak ödüllerin bir benzerini hak edecek derecede keyifli ve sıkı bir takım oyunu sergiliyorlar bu komedi filminde. Filiz Akın’ın dublajını kendisinin yapması ise pek doğru bir tercih olmamış gibi görünüyor. Kemal Tahir’in üslubunu rahatça sezebileceğiniz zengin bir dilin kullanıldığı bu çok konuşmalı ve dur durak bilmeyen filmde müzik de oldukça keyifli ve bir yıl sonra kendisi de yönetmenliğe geçecek olan Tunç Başaran’ın dinamik kurgusu ile oldukça uyumlu.

Hikâyedeki kimi tiplemeler, örneğin Hacı Baba ve Rum kızı, hayli klişe çizilmiş olsa da çok rahatsız etmiyor bu durum benzer pek çok Türk filminin aksine. Bunun da temel nedeni bu tiplemelerin hikâyedeki yerlerine akıllıca oturtulmuş olması olsa gerek. Yılmaz’ın filmini farklı kılan elbette bu tiplemeler değil. Yukarıda belirttiğim çok karakterli ve dönemine göre hayli tempolu ve “karışık” bir hikâye içermesinin yanısıra, filmin farklılığında asıl ağır basan senaryonun kimi özellikleri. Suzan Avcı’nın bugün için oldukça muhafazakâr duran erotizmi ve elbette Türk sinemasında alışılmadık bir durum olan karakterinin lezbiyenliği örneğin. Şüphesiz erotik bir sahne yok filmde bu içeriği taşıyan ve öpüşme de Avcı’nın Sevda Nur’un dudakları üzerine koyduğu kendi elini öpmesi gibi oldukça masum bir biçimde sergileniyor ama yine de “bana hiç ilgi göstermiyorsun” siteminin arkasından gelen ve içeriye birisinin girmesi ile başlamadan yarıda kalan bir başka öpüşme sahnesinde olduğu gibi filmin cinsellik bağlamında çok farklı bir yerde durduğu rahatlıkla söylenebilir. Buna bir de Erol Keskin’in canlandırdığı gay karakterin bir şey göstermek üzere eve çağırdığı adamlardan birinin kendisine söylediği “ben senin ne göstereceğini bilirim ama zamanı değil şimdi” ifadesini ve bu ifadenin beklenenin aksine bir ret veya aşağılama içermemesini ekleyince filmin yaratıcılarını tebrik etmek gerek bu cesur tercihleri için. Suzan Avcı’nın lezbiyen karakterinin veya Erol Keskin’in gay karakterinin hikayenin kötüleri arasında olması veya Keskin’in karakterinin çoğunlukla komediye kaynaklık etmesi de bu yargıyı değiştirecek bir durum değil. Atıf Yılmaz’ın 1990’lı yıllardaki filmlerinin fazla entel duran aykırı cinselliklerinin yanında ne kadar doğal ve gerçek görünüyor bu karakterler.

Sonlara doğru biraz sarkmış görünse de ve Kemal Tahir’in dili sansür gereği elbette ehlileştirilmiş olsa da, film çoğunlukla dış mekanlarda çekilmiş olması ile (kameraya bakan halk elbette yerini almış filmde!) ve İstinye’den Kuledibi’ne ve Eyüp’ten bugünlerde katledilmekte olan Taksim meydanına İstanbul’un 60’lı yıllarını karşımıza getirmiş olması ile önemli ve zaman zaman sıkı bir vodvil havasına bürünen hikâyesinde aksamalar yaşasa da nerede ise 50 yıl sonra bile keyif veren bir çalışma. Atıf Yılmaz’ın klasik Türkiye sinemasında görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde asıl hikâye arka planda yaşanırken ön plana flu bir karakter yerleştirmek gibi farklı mizansen denemelerinin de olduğu bu filmi görmekte yarar var kesinlikle.

(Visited 451 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir