“Aziz Augustine’in teorisine göre bilgiye aklın aydınlanması ile ulaşırız. Bu aydınlanma anında, akıl hakikati doğrudan görür, tıpkı gözlerimizin fiziksel dünyayı görmesi gibi. Akıl ona muhakemeye başvurmadan erişir. Aydınlanma coşku dolu bir kendinden geçişin sonucu değildir; mantık içermeyen bir vecd ya da kendini yitirme de değil. O, düşüncenin yoğunlaşmasıdır. Buna erişebilmek için tek gerekli olansa kalbin saflığıdır. Kalbin saflığı aklın mekanizmasından çok daha önemlidir”
Üniversitede fizik okumak için şehre gelen genç bir adamın hayatının anlamını sorgulama ve aydınlanma çabasının hikâyesi.
Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya filmi. Diğer ödüllerinin yanında Locarno’da Altın Leopar’ı, sinema yazarları ödülünü ve ekümenik jürinin ödülünü de kazanan yapıt genç bir adamın on yıla yayılan hikâyesini “kurgusal bir belgesel” olarak tanımlanabilecek bir içerik, ilginç bir kurgu ve önemli sorularla anlatıyor. Dönemin Polonyalı aydınları arasında büyük ilgi gören ve hatta bir kült olan film, “aydınlanma” için bilimden dine farklı alanlarda dolanan kahramanının entelektüel arayışında kurgu sahnelerinin içine yerleştirdiği ve gerçek karakterlerin öykünün teması ile bağlantılı konuşmalar yaptığı biçimi ile dikkat çekerken; belki ortalama bir sinemaseveri zorlayabilecek “entelektüelliği” ile şaşırtan ve kesinlikle çok farklı bir sinema yapıtı.
İlginç bir gelişim süreci var filmin: “Bilimin çağdaş insanın önüne koyduğu belli ideolojik meseleleri ele alan; kurgu, belgesel ve deneme türlerinin bir araya geldiği bir film” çekmeyi düşünen Zanussi’ye konuyu öneren, “Struktura Krysztalu” (Kristalin Yapısı, 1969) adlı eserinin bir gösteriminden sonraki tartışmalara katılan bir seyirci olmuş. “Aklın çabalarının aydınlanmaya erişmek için yeterli olmadığını, insanın gerçeğe yaklaşabilmek için pek çok sorun ve tecrübeyi yaşaması gerektiğini, bilginin tek başına yeterli olmadığını anlatmak istedim” diyen Zanussi yaşamdaki tecrübelerimizin bilimin kendisi kadar “gerçeğin bir biçimi” olduğuna inandığını belirtmiş filmi hakkında konuşurken. Bunun için de içsel aydınlamanın hem deneyciliği (ampirizm) hem akılcılığı içermesi gerektiğini öne süren İtalyan felsefeci ve din adamı Aquinolu Thomas’ın görüşleri üzerinden ilerlemeyi seçmiş. Öykünün başında kendisi olarak karşımıza çıkan Polonyalı felsefeci ve tarihçi Władysław Tatarkiewicz’in ağzından duyduğumuz ve bu yazının girişinde yer alan Aziz Augustine’in düşüncelerinin kullanımı ise, bu bağlamda değerlendirince, bir ironi içeriyor. Filmin fizikçi kahramanının (Zanussi’nin üniversitede felsefe ile birlikte fizik de okuduğunu hatırlayınca filmin otobiyografik yanı daha net oraya çıkıyor) on yıllık hikâyesi Aquinolu Thomas’ın aydınlanma ile ilgili felsefesinin sinemalaştırılması olmuş bir bakıma.
Zanussi bir kurgu hikâyeyi çoğu bilim adamı olan gerçek karakterlerin konuşmalarının kattığı belgesel tavrı ile birlikte anlatmış. Władysław Tatarkiewicz’in yanında Marian Kupczynski, Sylwester Porowski ve
Iwo Białynicki-Birula’nın da aralarında olduğu bilim adamları öykünün ilgilli yerlerinde bir belgeselde görüşleri alınan biri gibi karşımıza çıkıyorlar ve bilim insanlarının sorumluluğu, fizik ve bu bilim dalının çalışma yöntemleri vb. konularda görüşlerini belirtirken, “aydınlanma”nın bilim ile ilişkisi hakkında seyirciye de düşünme fırsatı sağlıyorlar. Öykünün kahramanı Franciszek’in, (Stanislaw Latallo) üniversite ve iş arkadaşları (önemli bir kısmı kendilerini oynuyorlar) ya da bir din adamı ile yaptığı konuşmalarda da bu tavrı sürdürüyor film ve bizi “entelektüel” bir tartışmanın parçası yapıyor; bu sahnelerdeki kamera kullanımının gördüklerimize kattığı sahicilik duygusu ve doğaçlama havası da destekliyor yönetmenin seçimini. 1969’da çektiği “Struktura Krysztalu” filminde iki aydın karakterin konuşmalarının sadece bir kısmına bizi tanık eden Zanussi burada tam tersini yapıyor ve konuşmaların içeriğine tüm boyutları ile hâkim kılıyor bizi ve bu yapıtlar özelinde bakıldığında her ikisi de doğru seçimler oluyor; çünkü örneğin burada konuşmalar filmin temel meselesini açmak ve seyirciyi de bunun üzerinde düşündürmek için gerekli. Ayrıca ilkinin aksine bu, “konuşmalı” bir film ve kahramanımızın yaşının konuşulduğu bir sahnede Einstein, Plank ve Heisenberg’in fotoğrafları ile birlikte, profesör oldukları ve Nobel kazandıkları yaşların görüntüye gelmesinin bir örneği olduğu belgesel yaklaşımına da uygun bir tutum bu.
Franciszek’i üzerinde sadece bir külotla gördüğümüz bir sahne ile açılıyor öykü (kapanışta da onu bir deniz kenarında ve bu kez üzerinde sadece mayosu ile göreceğiz ki açılış ve kapanıştaki bu “çıplaklık” bir başlangıç ve sonun (doğum ve ölüm, arayışın başlangıcı ve sonu) sembolü olarak görülebilir); genç adam üniversiteye başvurmuştur ve fiziksel bir muayeneden, ardından da ruhsal bir testten geçmektedir. Tümünden çok iyi sonuçlar alan Franciszek fizik okumak istemektedir. Kabul alır ve ailesi tarafından büyük şehire uğurlanır. Üniversite eğitimine ilk aşk, sorgulamalar, maddi zorluklar vs. eşlik edecek ve genç adamın öyküsü “aydınlanma” kavramının anlatımının aracı olacaktır bir bakıma. Bu arada, tıpkı “Struktura Krysztalu”da olduğu gibi burada da “kariyer, ev, araba” hedefleri bir tartışmanın konusu olacak ama sadece kısa bir yan unsur olarak ve asıl mesele bundan çok daha farklı bir alanda yaşanacaktır.
Filmin ilginç müzikleri ve kurgusu üzerinde de durmak gerekiyor; Wojciech Kilar imzalı müzikler arada bir atonal da olan melodiler içeriyor. Piyano, keman, flüt ve koro sesinden oluşan ve hemen her zaman öykünün kahramanının ruh hâlini takip eden bu çalışmalar başarılı bir film müziğinin nasıl olması gerektiğini gösteren ve dönemin Polonya sinemasını bilenler için şaşırtıcı olmayan bir başarıya sahip. Zanussi ile pek çok filmde iş birliği yapan Urszula Sliwinska’nın kurgu çalışması da benzer bir başarıya sahip. Jean-Luc Godard’da gördüğümüz “jump cut” (Sıçramalı kesme) tekniğinin uygulandığını görüyoruz burada zaman zaman ve tek bir planda çekilen görüntünün bazı kısımlarının kesilerek devamlılık duygusunu yok eden ve böylece zamanda sıçrama duygusu yaratan bu yöntem filme biçimsel bir ilginçlik katıyor. Aslında Sliwinska ve Zanussi ortaklığı bu sıçramayı sadece bir planın içinde gerçekleştirmiyor. Genç adamın bir kadını ilk kez ve uzaktan gördüğü sahneden, zaman olarak ne kadar ileride olduğunu bilmediğimiz, bir başka sahneye geçiyor ve kadınla sevgili olduklarını anlıyoruz örneğin. “Burcun nedir?” sorusunun bir parkın bankında el falına baktıran bir karakterin görüntüsüne sıçraması gibi farklı örnekleri var bu tercihin filmde karşımıza çıkan. Ateşli bir ilk öpüşmeden, Alman sanatçı Josef Limburg’un “Die Reue” adlı ünlü heykeline (iki çıplak figürden oluşan heykelde erkek kadının elini öperken görülür) geçiş ki bir benzeri daha vur bunun hikâyede, bu kurgu anlayışının bir başka örneği olarak gösterilebilir.
Metafizik bir boyutu da var filmin ama bu öğe Franciszek’in arayışları sırasında yaşadıkları ve bu yaşananlarla ilgili olarak gerçek karakterlerin açıklamaları (“Modern fizikçiler geleceğin, geçmiş ve şimdiki an gibi hafızamızda yer etme gerçeğini dışlamıyorlar”) üzerinden çıkıyor karşımıza, Zanussi’nin kendi görüşleri olarak değil. Burada filmin afişinin ana nesnesi olan beyin üzerinde durmak gerekiyor; kahramanımızın başına takılan elektrotlarla takip edilen beyin dalgaları ve o sırada gördüğü tuhaf rüya, bir maymun beynine yerleştirilen bir aletle yapılan test ve en önemlisi de çok ağır psikiyatri hastalarının “tedavisinin mümkün olup olmadığı” tartışmaları gibi unsurlar Franciszek’in “aydınlanma” çabasının önemli birer parçası oluyor. Tedavisi mümkün olmayan psikiyatri hastalarının, Hitler’inki kadar acımasız olmayan bir yöntemle, yok edilmesi gerektiğine inanan sıradan bir insandan, kahramanımızın sorguladığı (“Ruh beden ayrılıyormuş gibi olmuyor mu?… Neden ruhlarımızın cismani kökenine bu kadar müdahale ediyoruz”) tıbbi tedavi yöntemlerine film bizim de düşünmemizi bekliyor bu konuda. “Ameliyat olmasaydı iki ay boyunca can çekişecek” bir adamın beynine yapılan operasyon ve bir beynin “arşive kaldırılacak” olmasına kahramanımızın verdiği tepki beden ve ruh ikilemi, insanın ne olduğu gibi derin konulara değinmesini sağlıyor filmin.
Seyrettiğimiz, duyarlı ve sorgulayan bir insanın trajedisi bir bakıma ve Franciszek’in bu öykü boyunca tanık oldukları ve yaşadıklarını izlemeye değer kılanlardan biri bu karakterin ilginçliği kuşkusuz ve ilk ve tek sinema oyunculuğunda Stanislaw Latallo’nun gösterdiği farklı performans bu çekiciliği daha da artırıyor. Karakterinin tedirgin sevimliliğini ve üzerinde kaldırmakta zorlandığı bir yük olan bir insanın yorgunluğunu doğal bir biçimde sergileyen oyuncunun kendi hayatı da hayli trajik. Çoğu belgesel bazı filmlerde kameramanlık yapan, televizyon için filmler yazıp çeken Latallo 1974’te Himalayalar’a giden Polonyalı bir ekipte kameraman olarak görev yaparken hayatını kaybetmiş henüz 29 yaşındayken ve bedeni de hâlâ orada.
Görüntü yönetmeni Edward Kłosiński çekimlerde hem 35 mm hem 16 mm çalışmış ve bu da filme Zanussi’nin de hedeflediği röportaj havasını katmış bazı sahnelerde. The New York Times’ın o dönemdeki ünlü eleştirmeni Vincent Canby’nin “komedi” olarak gördüğü, “öykü ilerledikçe iyice sıradanlaşıyor” ve “Aziz Augustine’in doktrini üzerine hijyenik bir şaka” gibi ifadelerle eleştirdiği yapıt başta ülkesindekiler olmak üzere eleştirmenlerden olumlu not almış çoğunlukla. Kahramanın aydınlanmaya ulaşıp ulaşmadığı konusunda farklı görüşler olan film mutlu aile sahnelerindeki özellikle seçilmiş aydınlık anların dışında, öyküsünü genel olarak soluk renklerle anlatmayı seçen, ilgiyi hak eden farklı bir deneme sineması örneği.
(“The Illumination” – “Aydınlanma”)