In the Line of Fire – Wolfgang Petersen (1993)

“O gün neler oldu sana? Sadece tek bir ajan silah sesine tepki gösterdi, halbuki sen Kennedy’e ondan daha yakındın. Yukarıya, Texas kitap deposunun penceresine bakmış olmalısın ama harekete geçmedin. Gece geç vakitte kötü ruhlar geldiğinde, pencereden dışarı uzanan o tüfeği görüyor musun ya da Kennedy’nin paramparça olan başını? O ilk silah sesine tepki vermiş olsaydın, sonraki kurşunu durdurmak için oraya zamanında varabilir miydin? Varabilseydin, paramparça olan senin başın olabilirdi. Keşke başarabilseydim diye düşünüyor musun, yoksa hayat bunu düşünmeyecek kadar değerli mi?”

Kennedy suikasti sırasında koruma görevi yapan ve başkanın öldürülmesine engel olamadığı için hep suçluluk duygusu içinde olmuş bir ajanın, yıllar sonra bir başka ABD başkanını öldürmeyi planlayan bir adama karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

Senaryosunu Jeff Maguire’ın yazdığı, yönetmenliğini Wolfgang Petersen’in üstlendiği bir ABD yapımı. İki başrol oyuncusu Clint Eastwood ve John Malkovich’in karizmaları ve özellikle ikincisinin başarılı performansı ile göz dolduran film, Petersen’ın hikâyeye uygun tempolu ve su gibi akıp giden yönetmenlik çalışması ve birtakım sorunları olsa da hikâye boyunca heyecan ve gerilimini koruyan senaryosu ile ilgiyi hak eden bir yapıt. Saf aksiyonla yetinmeyip, iki adamın kişiliklerini de hikâyenin önemli parçası yapabilen film Hollywoodvari bazı klişelerden kurtulamamış olmak ve sistemin kötülüğünü bireyler üzerine kurup, düzeni aklamak gibi sorunları olsa da sıkılmadan izlenebilir.

Hikâye bir genç (Al: Dylan McDermott) ve bir tecrübeli (Frank: Clint Eastwood) ajanı göstererek başlıyor; iyi yazılmış ilk bölümler bu adamlardan ilkinin hikâyenin sonraki bölümlerinde yaşayacaklarına, ikincisinin de yeteneklerine ve tecrübelerine hazırlıyor seyirciyi. Al ve Frank Amerikan Gizli Servisi’nde çalışan iki ajandır ve ikincisi birincinin hocası olacak gibidir. Daha sonra Frank, gelen bir ihbar üzerine gittiği bir evde kalan kiracının, odasını Kennedy suikasti ile ilgili fotoğraflar ve gazetelerle kaplamış olduğunu görür. Mitch Leary (John Malkovich) adındaki bu adam başkanı öldüreceğini söyler Frank’e ve onun Kennedy suikasti ile ilgili suçluluk duygusunu da kışkırtır sürekli olarak. Bundan sonrası, Frank ve tüm gizli servis örgütleri ile Mitch arasında hareketli ve eğlenceli bir kaçıp kovalamaca, Frank ile Mitch arasında kaçınılmaz bir yüzleşme, kovalayan ekip içindeki iç çatışmalar, epey zorlama görünen ve bugün hayli cinsiyetçi bulunacak türden bir romantizm oluyor ve Petersen’in hikâyeye başarı ile hizmet eden yönetmenliğinin de katkısı ile film kendisini seyrettiriyor.

Caz düşkünü olmak ve piyano çalmak gibi Clint Eastwood’un gerçek hayatından izler taşıyan Frank karakteri gerçek bir ajan olan Clint Hill’den esinlenerek yaratılmış biraz da; Hill, Kennedy suikastinden sonra uzun yıllar boyunca filmdeki Frank’te olduğu gibi suçluluk duygusu taşımış içinde. Mitch işte bu duygu ile ustaca oynuyor hikâye boyunca ve Frank ile aralarındaki çatışmayı kişisel bir meseleye de dönüştürüyor ki hikâyeye getirdiği ek boyut ile filme önemli bir katkı sağlıyor bu. “Kötü adam ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir” prensibinden yola çıkarsak, Malkovich’in o kendine özgü beden dili ile ustaca canlandırdığı ve derinlik kattığı Mitch karakterinin filmin en önemli artılarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Senaryo hem onu hem Frank’i seyirci için tanıdık ve özellikle ilki açısından ilginç kılmayı başarıyor. Frank’in kadın ajanla ilk karşılaşmasında onu sekreter zannederek güzelliğini dile getirmesi karakteri (ve yalnızlığı) için iyi bir ipucu verirken, tam da Amerikan cumhuriyetçilerine her zaman yakın durmuş Clint Eastwood’dan beklenecek bir davranış oluyor. İlk kez tanışılan birine ciddi bir iş ortamında o sahnedeki cümlelerle yaklaşmak bugün rahatlıkla taciz olarak sınıflanabilecek bir davranış. Kadının Gizli Servis’te 125 kadın ajan olduğunu söylemesi üzerine Frank toplam “2.000 ajan içinde 125” cevabını veriyor ve başkanın onları da feminist oylar için işe aldığını söylüyor. Kadının sekreter olduğunu düşünerek ortaya koyduğu önyargının farkında bile değil sanki ne kendisi ne de senaryoyu yazan Jeff Maguire.

Frank ile Lilly adlı bu kadın ajan (Rene Russo hayli iki boyutlu çizilmiş bu karakterde kendisini gösteremiyor doğal olarak) arasındaki ilişki hayli zorlama ve kadının, önemli görevine rağmen hikâyenin akışında Frank’in yeteneklerine hayran olmak ve onu takdir etmek dışında pek bir işlevi olmadığını da düşünürsek, karakteri filme sadece bir kadın da olsun diye koyduklarını söylemek mümkün. Oscar’a aday olan senaryo kedi fare oyunu ve bunun kurgusu açısından kesinlikle başarılı ama klişeleri (örgüt içi çatışmalar; benzer işler yapan kurumlardan birini iyi, diğerini kötü çizerek işin kendisini aklamak; başına trajik bir şey gelecek karakteri bu akıbetten hemen önce seyircinin özdeşleşmesinii sağlayacak duygusal sahnelerde göstermek vs.) bolca kullandığını da söylemek gerekiyor. Mitch’in Frank’e ısrarla birbirlerine çok benzediklerini söylemesi (“Bu oyundan başka bir şeyimiz yok. Ben hücumdayım, sen savunmada”) ve hikâyenin bunu ustalıkla sergilemesi ve daha da önemli olarak, Frank’in görev tanımındaki doğal ikilemi (birini kendi ölümü bedeli ile de olsa korumak zorunda kalmak) akıllıca işlemesi ise senaryoyu yazan Jeff Maguire’a hakkını teslim etmemizi gerektiriyor. Çok kritik ve hayli iyi yazılmış bir sahnede Frank bu ikilemle karşı karşıya kalıyor ve seyirci için de önemli bir çekicilik kaynağı oluyor bu anlar.

Finalde kaçınılmaz olarak ikilinin yüz yüze gelmesine diyecek bir şey yok ve muhtemelen hemen her seyircinin de olmasını arzu edeceği bir durum bu ama bu yüzleşmeyi gerçekleştirmek için zorlama bir rehin alma ile başlayan asansör sahnesi fazlası ile yapay görünüyor. Sonuçta ticarî bir Hollywood filmi bu ve elbette çok da takılmamak gerekiyor bu tür problemlere. Başı sonu belli, derli toplu anlatılmış, iyi kurgulanmış bir hikâyesi olan bir film bu ve Malkovich’in performansı ile de hayli zenginleşmiş; izlemek ve sonra pek de hatırlamamak için ideal bir seyirlik. Karakterine göre hayli yaşlı olan Clint Eastwood’un fiziksel sıkıntısını senaryoya akıllıca yerleştirerek, hikâye için dezavantaj olan bir durumu avantaja dönüştürmesi ise tam da Hollywood’dan beklenecek bir kurnazlık.

(“Ateş Hattında”)

(Visited 67 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir