“Bir gün bir hamam böceği öldürürsen, ölüsünü tuvalete atma sakın. Unutma, onun da anne ve babası onu büyük umutlarla gurbete göndermişti”
Baba, anne, iki oğulları ve hasta köpeklerinin, büyük çocuklarından ayrılmaları ile sonuçlanacağı anlaşılan yolculuklarının hikâyesi.
Panah Panahi’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir İran filmi. İranlı ünlü sinemacı Jafar Panahi’nin oğlu olan Panah Panahi bu ilk çalışması ile Cannes’da Altın Kamera için yarışırken yönetmenlik kariyerine de sağlam bir giriş yaptı. İran sinemasında önemli bir yeri olan “arabalı filmler”den biri olan yapıt, gittikçe artan bir endişe duygusunun hâkim olduğu bir yolculuk boyunca bir aile üzerinden İran halkının içinde bulunduğu ruh hâlini eğlenceyi de ihmal etmeden anlatıyor bize. Dört oyuncusundan da güçlü performanslar alan Panahi, gerçek havası yaratan diyalogları, ailenin bireyleri arasındaki ilişkileri ustalıkla anlatması ve çıkılan yolculuğun gerçek nedenini bilmeyen küçük çocuğun duruma -doğal olarak- aykırı düşen davranışlarının neden olduklarını akıllıca değerlendirmesi ile ilgiyi hak eden bir sonuç elde etmiş kesinlikle.
Bach’ın piyanoda çalınan bir eserinin eşlik ettiği bir sahne ile açılıyor film; bir arabanın arka koltuğunda uzanmış yatan bir adamın (Mohammad Hassan Madjooni) bacağındaki alçıya çizilmiş piyano tuşlarında parmakları gezinen bir çocuk (Rayan Sarlak) “çalıyor” bu kırılgan ve zarif havalı eseri. Ön koltukta, arabayı kullanan genç bir adam (Amin Simiar) ve bir kadın (Pantea Panahiha) oturmaktadır; arkada bagajda ise hasta olduğunu sonradan öğreneceğimiz sevimli bir küçük köpek vardır. İranlı dört kişilik bir ailenin yolculuğudur seyredeceğimiz ve başta özellikle büyük oğlanın tedirgin ve soğuk davranışları üzerinden kendisini hissettiren gariplik, küçük oğlanın aksi söylendiği halde telefonunu yanına aldığının ortaya çıkmasına verilen tepki ile daha da büyür. Anne SIM kartı çıkarır telefondan ve parçalar; bununla da yetinmeyip telefonun kendisini de dönüşte almak üzere yolda bir taşın altına saklar. Yolculuk boyunca gördüğümüz coğrafyanın kayalık veya çöl benzeri yerler olması da ailenin seyahatinin amacı konusunda merak yaratmaktadır. Öykü ilerledikçe, yolculuğun büyük oğlanla ilgili olduğunu, ailenin evlerini bu yolculuğu yapabilmek için sattıklarını ve filmin Panah Panahi’nin İran’ın içinde bulunduğu ruh hâlini anlattığı bir kaçış hikâyesi olduğunu öğreniriz.
“Arabalı filmler” İran sinemasında neredeyse özel bir tür oluşturdu. Jafar Panahi’nin Berlin’de Altın Ayı kazanan 2015 tarihli filmi “Taxi”, kendisinin şoförlüğünü yaptığı bir araca binen farklı insanlar üzerinden Tahran’ın ve sakinlerinin yaşamlarını bir belgesel tadında ele alan ilginç bir yapıttır örneğin. Abbas Kiorastami’nin 2002 yapımı filmi “Dah” (On) ise bir kadın şoförün, aracına binen on farklı yolcu ile olan diyalogları üzerinden benzer bir İran panoraması çizer. Yine Kiarostami’nin 1997 tarihli, “Ta’m e guilass” (Kirazın Tadı) adlı yapıtının da bir başka güçlü örneği olduğu bu filmler, baskıcı bir rejim altında yaşayan insanlar için bir özgürlük aracı olan ve bireylere aynı anda hem özel hem kamusal olabilen bir ortam sağlayan araçları hem fiziksel hem sembolik bağlamda kullanmak gibi bir ortak özelliğe sahipler. Panah Panahi’nin bu filmi de hem bu türün örneklerinden biri olarak hem de yönetmenin babasının ve Kiarostami’nin filmlerinin havasını taşıması ama onlara farklı bir soluk getirmesi ile ilgiyi hak ediyor.
Bach’ın eserini İran pop müziğinin devrim öncesinden bazı örnekleri ile birlikte kullanmış Panahi. Devrimden çok kısa bir süre önce ülkesini terk eden Hayedeh’den “Soghati” (1976), Delkash’dan “Porsoon, Larzoon”, her ikisi de devrimden önce ABD’ye göç etmiş olan Shahram Shabpareh’den “Deyar” ve Ebi’den “Shabzadeh” adlı şarkıları çekici bir şekilde yerleştirmiş öyküsüne yönetmen ve bu melodilerin ilgili sahnelerin hüznünü, eğlencesini ve karakterlerin ruh hallerini bize de geçirmesini sağlamış. Büyük oğlan dışında hepsi ama özellikle de anne ve küçük oğlu şarkılara eşlik ederken araba içinde, çocuğu kıvrak hareketlerle dans ederken de görüyoruz. Buna karşılık Bach’ın piyanoda çalınan eseri sık sık öyküye hâkim olan asıl melodi oluyor ve arabanın içinde hep havada asılı olan tedirgin hüznü unutmamamızı sağlıyor.
Öykü aile bireyleri etrafında dönüyor olsa da temel olarak, yolda karşılaşılan bisikletçiler ve onlardan bir kaza sonucu bir süre arabalarına aldıkları birini veya yolculuğun ailenin gidebileceği en uç noktasındaki diğer insanlar gibi başkalarını da senaryoya çok iyi yerleştirmiş Panahi. Sosyolojide yüksek lisansı olan ve ülkedeki Azerîlerden biri olan bisikletçi ile olan konuşmaları (“Kanuna karşı gelmemek için kendimize sınır çizince düşünmeyi bırakırız… düşünmeyi bırakır ve her şeyi bilinçaltına iteriz. Asla irdelemeyiz. Bir bakmışız, çok geç olmuş”) arabanın dışındaki ve kahramanlarımızın da -aralarından biri eksik olarak- bir süre sonra dönecekleri yaşamları hatırlatmanın aracı olarak kullanmış senaryo. Burada küçük oğlanın tüm zekâsı ve hiperaktifliği ile sorduğu soruları, yolculuğun amacını bilmemesinden kaynaklanan yorumlarını ve masum coşkusunu da benzer şekilde değerlendiriyor film. Çocuğun olan bitenden habersiz tavırları ve sözleri, kaçırılan yaşamları öne çıkarıyor ama diğer üç karakterin bildikleri gerçek yaşamları koyuyor bunların önüne.
“Ne yazık ki bırakıp gitmek değildir bu acının şifası” diyor kapanışta dinlediğimiz şarkı ama Panahi’nin öyküsü acılarını bir parça dindirebilmek için gitmek zorunda kalanları anlatıyor. Dirayetli durmaya çalışan annenin hiç beklenmedik bir anda ağzından çıkıveren “Gitme!” feryadının önemi büyük bu yüzden. İnsanlara gitmek dışında bir çözüm bırakmayan bir düzene karşı atılan bir sessiz çığlık olan bu sözcük bizi de hazırlıksız yakalıyor, tıpkı bu sözün söylendiği genç adam gibi. Babası Jafar Panahi’nin başı İran yönetimi ile sık sık derde giren (yurtdışına çıkış yasağı, film çekmesine izin verilmemesi, sansür, gözaltı ve tutuklanma vs.), kız kardeşi Solmaz Panahi babasının bir filminde oynadığı için tutuklanan ve arkadaşları da “gönüllü sürgün”olarak İran dışında yaşayan Panah Panahi’nin şahsen tecrübe ettiği acıları zarif ve sloganların peşine düşmeden (ki istese bile bu derece doğrudan bir film çekmesi mümkün değil İran’da) anlattığı filmin samimiyeti filmin önemli kozlarından biri olmuş. Yönetmenin, -sansüre ve rejimin kurallarına göndermede bulunarak- “aptalca kurallara teslim olmak zorunda kalınmayan bir yer” olarak tanımladığı arabanın içini bazen klostrofobik bir hava yaratma, bazen de keyifli bir aile ortamının mekânı olarak kullanabilme becerisini de eklemek gerek bu başarısına.
Annesinin “Sence dünyanın en güzel filmi hangisi” sorusuna “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey” – Stanley Kubrick, 1968) cevabını verir büyük oğlu ve o filmin sonunda kahramanın kara delik içinde sürekli “düşerek” zaman ve mekândan sıyrıldığını söyler. Delikanlının içinde bulunduğu mekâna ve o mekânda kuralları koyanların toplumu içinde tutmaya çalıştığı -eski- zamana bir tepkisi olarak da yorumlanabilecek bu Kubrick göndermesinin işaret ettiği bir başka unsur daha var. Öykümüzdeki küçük çocuk arabanın ne içinde ne de dışında yaşananlardan doğrudan etkilenecek bir yaşta değildir henüz; daha doğrusu, bu etkilerin farkında olacak bir yaşta değildir. Bu bağlamda masumdur ve onun masumluğunu yok edecek bir toplum düzeni ile arasında ailesi vardır. Kubrick’in filminin finalinde yaşlı adamın fetüse dönüşmesini ve bu dönüşümün “yeni bir başlangıç”ın sembolü olduğu yorumlarını düşündüğümüzde, Panahi’nin öyküsündeki çocuğun da tüm o yaşam sevinci dolu, sorgulayıcı, özgür ruhlu havasının da İran için “yeni bir başlangıç” vaadinin simgesi olduğunu söylemek mümkün. Panahi, Kubrick’ten görsel olarak da ilham almış görünüyor; sıradan anlarda şaşırtıcı görsellik seçimlerine başvurması ama bunları hep doğal ve doğru kılması (Başı ve kolları arabanın camından dışarı sarkan genç adam, yıldızlarla kaplı “uzay boşluğu”na bakan anne ve oğlu, kadının yüzünü okşayan ve rüzgârda salınan yapraklar, sıcak su kaynağının oluşturduğu havuzdaki çobanlar vs.) örnek gösterilebilir bu ilhamın varlığı için. Bu sahnelerin özellikle ikisi ayrıca anılmayı hak ediyor: İkisi de hayli uzaktan ve tek çekimle gerçekleştirilen, müthiş bir görsel düzeyin yakalandığı “buluşma” ve “veda(laş(ama)ma)” sahneleri. Panahi’nin has bir sinemacı yetkinliğine sahip olduğunun sağlam kanıtı olan bu anlar tek başlarına filmi görmeye değer kılıyor bile denebilir.
Panahi bir sahnede karakteri kameraya konuşturup (ve şarkı söyletip) “dördüncü duvar”ı yıkarak ve bir başka sahnede de baba ve küçük oğlunun yükselerek yıldızlara karışmasını ve uzay boşluğunda kaybolmasını göstererek filme bir fantezi havası da katıyor öykünün tüm gerçekçiliği içinde. Özellikle diyaloglarda kendisini gösteren esprili havayı da eklediğinizde, filmin türler arasında gezinediğini ama bunu mutlak bir alçak gönüllülükle yaptığını ve küçük oyunlarını ilgi çekmek için değil, o anda gerçekten de olanlar bunlar olduğu için kurduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Ebeveyn sevgisinin (“Yatak ıslatma albümü”, hatıra olarak bir tutam saç ve “Erkekler annelerin yanında ağlamamalı ama babalarının yanında ağlayabilirler / Yani, ağlamamı mı istiyorsun?” sahnesi) ve yaşam sevincinin (“Ne güzel” diyerek toprağı öpen çocuk) hikâye boyunca hep kendisini hissettirdiği filmde oyuncularını “kendileri olmaları” için serbest bırakmış görünüyor Panahi. Görüntü yönetmeni Amin Jafari’nin kamerasının, arabanın içinde geçen sahnelerde olduğu gibi, karakterlerin çok yakınında olmasına rağmen varlığını fark ettirmemesinin sağladığı sahicilik duygusunu oyuncuların performansları daha da zenginleştiriyor. Küçük oyuncunun çarpıcı performansında da tartışılamayacak bir katkısının olduğu mutlak olan yönetmenin ve Amin Jafari’nin yeryüzündeki ve gökyüzündeki geniş ve boş alanları ustalıkla sergilediği bu alçak gönüllü yapıt İran sinemasının ve sinemacılarının içinde bulundukları güç koşullara nasıl karşı koyabildikleri ve güçlü öyküler anlatabildiklerininin son dönemdeki en önemli örneklerinden biri.
(“Hit the Road” – “Yola Devam”)