“Bu süslü kelimeler Alabama’da işe yarar mı sanıyorsun? Seni çiğneyip tükürürler, çizgiyi aşan diğer siyahlara yaptıkları gibi. Şık giyinerek beyazlar gibi konuşmana aldırmazlar. Bir siyahı sadece benim kılığımda görmek isterler”
Biri işlemediği bir cinayet nedeni ile ölüm cezasına çarptırılan, diğeri ise parlak bir geleceği ret edip, yoksullara ve haksızlığa uğrayanlara avukatlık yaparak destek olmaya soyunan iki siyah adamın hikâyesi.
Gerçek bir hikâyeyi anlatan, senaryosu bu hikâyenin kahramanlarından Bryan Stevenson’ın 2014 tarihli “Just Mercy: A Story of Justice and Redemption” adlı romanından Destin Daniel Cretton ve Andrew Lanham tarafından uyarlanan ve yönetmenliğini Cretton’un yaptığı bir ABD filmi. Amerika’da pahalı hukuksal desteğe erişemeyen yoksullara ve siyahlara devletin, güvenlik güçleri ve adalet mekanizmaları aracılığı ile yaptığı haksızlıkların çarpıcı örneklerinden biri olan bir davaya eğilen film, bir yandan da idam cezası karşıtlığı ve özellikle ülkenin güney eyaletlerinde siyahlara karşı olan önyargıları da almış gündemine. Hikâyenin sonunda tüm ana karakterlerin akıbetlerini seyirciye hatırlatan film ülkede eşitlik anlamında gidilecek çok uzun ve zorlu bir yol olduğunun kanıtı olurken, Cretton’un aksamayan anlatımı ve iki başrol oyuncusunun (Michael B. Jordan ve Jamie Foxx) performanslarının da desteği ile ilgiyi hep canlı tutmayı başarıyor. Amerikanvari bir umut ve dayanışmaya dayanan anlatımı ve sistemdeki bozuklukları gündeme getirse de, bireylerin (ya da birkaç bireyden oluşan küçük grupların) kahramanlığını öne çıkarması beklenen ama filmin önemini azaltan bir seçim olmuş. Buna karşılık, Hollywood’un ülkenin adalet sistemine ve özellikle siyahlara yapılan haksızlığı net bir biçimde ortaya koyan ve “Black Lives Matter” gibi hareketlerin varlığını ve gerekliliğini açık bir şekilde doğrulayan bir yapıtı seyircinin karşısına koyabilmesi kesinlikle önemli.
1987’de Alabama’da başlıyor film. Kağıt hamuru işinde kullanılmak üzere ormanda ağaç kesen iki siyahtan biri olan Walter’ın (Jamie Foxx) yolu eve dönüşü sırasında polisler tarafından kesiliyor. Kendisi bir cinayetin zanlısı olarak aranmaktadır; tutuklanır, yargılanır ve jüri tarafından suçlu bulunur. Yargıç kişisel yetkisini kullanarak müebbet cezasını ölüm cezasına çevirir ve Walter infazını beklemek üzere ölüm hücrelerinden birine konur. Bryan (Michael B. Jordan) ise Walter gibi yoksul bir çevreden gelen ve siyah olmanın tüm sıkıntılarını yaşamış, Harvard mezunu bir avukattır ve stajı sırasında tanık olduklarının da etkisi ile, parlak teklifleri ret edip yoksullara karşılıksız hukuksal destek verecek bir ofis açmak üzere Alabama’ya gelen genç bir adamdır; bu iki kişinin yolu kesişecek ve tüm umudunu yitiren Walter’ın davasını yeniden yargılama için ele alan Bryan bu çabası sırasında bu yoksul adam üzerinden eyalette (aslında tüm ülkede) yoksulların ve özellikle de onların siyah olanlarının erişemedikleri sağlıklı hukuk desteği ve önyargılar yüzünden yaşadıklarına tanık olur dehşet içinde. Çünkü her yerde ama özellikle ABD’de avukatlık pahalı bir iştir, eğer sosyal konumunuzdan ve/veya kökenizden dolayı güçsüzseniz hiç hak etmediğiniz cezalara çarptırılabilir ve hatta kendinizi elektrikli sandalyede bile bulabilirsiniz. Film, ülkedeki adalet sisteminin anlamak ve ıslah etmek değil, cezalandırmak ve böylece gücü hatırlatmak üzerine kurulu olduğunu Hollywood’un liberal kalıpları içinde kalarak da olsa çekinmeden dile getirebiliyor ve ilgiyi hak ediyor.
“To Kill A Mockingbird” (Bülbülü Öldürmek) romanının yazarı Harper Lee’nin doğum yeri ve romandaki olayların da geçtiği yer olan Monroeville’de yaşanmış hikâye ve ırkçılık karşıtı bu roman ve yazarı filmde ironik bir biçimde sık sık anılıyor Alabamalı beyazlar tarafından; ironik çünkü yazara ve romanına ayrılan bir bölümün de olduğu müzeyi ziyaret etmesi tavsiye ediliyor siyah avukata bu kişiler tarafından. Irkçılığı hâlâ içlerinde barındıran bu insanların alaycı tavsiyesi ABD’de bu alanda atılan adımların pek de önemsiz olmayan bir kısmının hâlâ kağıt üzerinde kaldığını ve Güney’de yaşayan azımsanmayacak sayıda beyaz tarafından kesinlikle içselleştirilmediğini hatırlatıyor bize. 18 yaşında bir beyaz kız için en ideal katil adayı bir siyah erkektir elbette bu insanların gözünde ve bu adamın geçmişte eşini bir beyaz kadınla aldatmış olması onun durumunu savunulamayacak duruma sokmuştur. İdealist siyah avukatla, yine idealist bir beyaz psikologun birlikte kurdukları ve federal destek aldıkları ofis işte bu “katil” ve onun gibi, adalet mekanizması üzerinde egemen olanların kurbanı olanlara yardımı hedeflemektedir. Egemen güçlerin hemen tamamının beyaz, bu kurbanların hemen tamamının siyah olması bölgedeki durumun net bir resmini koyuyor ortaya. Yalancı şahitler, savunmadan gizlenen deliller, savunmanın sadece kâğıt üzerinde kalması (“Avukatım oradaydı ama yok gibiydi. Sanki tek başımaydım”, “Ailemin parası bitti, avukat gitti”) ve yargı mekanizmasının siyahlara karşı hınç ve öfke dolu tutumları karşısında âdil bir yargılama mümkün değildir kuşkusuz. Filmdeki kurbanların önemli bir kısmı siyah ve Güney eyaletlerinin “doğal” bir gerçeği bu. Aslında sadece etnik değil, sınıfsal bir boyutu da var bu problemin ama elbette siyahlar için durum bir kat daha kötüdür. Siyahlar üst sınıftan oldukları durumda bile ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar; örneğin Harvard mezunu avukatımız cezaevine girişte yasaya aykırı olarak çıplak aramaya maruz kalıyor ve üstelik alay ediliyor kendisi ile beyaz gardiyanlar tarafından.
Film idam cezasına karşı net bir duruş almış ama bu duruşun sanki sadece “masumlar da idam edilebilir yanlışlıkla” düşüncesi üzerine oturtulmuş görünmesi doğru bir yaklaşım olmamış. Sondaki istatistikler ve daha da önemlisi tanık olduğumuz bir infaz bu cezanın kime uygulanırsa uygulansın insanlık dışı bir eylem olduğuna ikna edecek güçte bizi ama senaryo ağırlığı masumiyet ihtimaline kaydırdığı için kendi gücünü azaltıyor. Gerçekten yaşanmış olsa da, avukat ve müvekkilinin “yüce” senatoda idam cezası ile ilgili bir oturumdaki konuşma sahnesi ise yine “ya masumsa?” ihtimalini öne çıkarması ve senatoyu, düzenin sorumlusu olan bir kurumu, yüceltmesi ile fazlası ile Amerikanvari bir tercih olmuş. Oysa bu hikâyenin daha “radikal” bir yaklaşıma ihtiyacı varmış; varmış çünkü aksi takdirde “Black Lives Matter” hareketine bu kadar ihtiyaç olmaz ve sadece Güney’de değil, Kuzey’de de siyahlar ayrımcılığa uğramazdı. Ayrıca hikâyede bireysel çabaların neredeyse kutsanması da genel bir çerçeveden bakınca aynı tartışmalı duruma işaret ediyor. Ya bir “aziz” olan avukat olmasaydı, ya onun bir avuç arkadaşı o özveri dolu çabaları harcamasaydı ne olacaktı? Neden kahramanlara ihtiyacı olsun ki bir modern toplumun, yaptığı tüm yasadışı işler ortaya çıkan ve masum bir adamdan bir suçlu yaratan beyaz bir şerif neden kasabanın beyaz çoğunluğu tarafından altı kez daha seçilir görevine tüm yaptıkları ortaya çıkmasına rağmen? Evet, umutsuzluk bir mücadelenin en büyük düşmanıdır ve o ünlü denizyıldızı hikâyesinde olduğu gibi bir tek kişiye bile hayatı geri vermek çok değerlidir ama sorunun köklü çözümü için ne yapılmalı? Tüm bu sorulara cevap vermeye ya da en azından başka bir tür mücadele gerektiğini göstermeye yanaşmıyor film ne yazık ki.
Oyunculuk ödüllerinde ikincisi çok daha öne çıkmış olsa da, avukatı oynayan Michael B. Jordan ve masum Jamie Foxx’un her ikisinin de parlak başarıları var tüm hikâye boyunca. Hikâyenin genellikle -bir benzetme yapmak gerekirse- su yüzeyinde kalıp dipte neler olduğu ile pek ilgilenmemesi ve geniş kitlelerin ilgisini yitirmemek için gereğinden fazla törpülenmiş duygusal ve entelektüel boyutlarla sınırlı olmayı seçmesi ise bir Amerikan filminden beklenmesi gereken bir durum şüphesiz. Hikâyesinin kötü kahramanlarının beklenen klişelerle çizilmiş olmasının “kolay izlenebilirlik” yaklaşımını desteklediği filmde yardımcı rollerdeki Rob Morgan ve Tim Blake Nelson da başrol oyuncuları gibi sağlam performanslar sunmuşlar.