Alman yazar Peter Handke’nin ilk kez 1970 yılında yayımlanan ve iki yıl sonra Wim Wenders tarafından sinemaya da uyarlanan romanı. Arka kapaktaki tanıtım yazısında kitabın “dille dünya arasındaki “boş”luğun romanı” olduğu ve “Handke’nin dile olağanüstü bir önem vererek “boş”luğun üslubunu yaratması”ndan söz ediliyor. Gerçekten de, yerleşik edebiyat anlayışından uzak ve farklı bir üslup yaratmış Handke ve bir cinayet dışında günlük sıradan olayları dile getiren romanında gerçeğin bilinci ve algılanması (ve isimlendirilmesi) üzerine bir hikâye anlatmış. Romanın bir kaleci olan kahramanı kitabın sonunda seyirci olarak gitttiği bir futbol maçında bir başka seyirciye kalecinin penaltı anındaki endişesini anlatır: Penaltı sırasında kaleci topun hangi köşeye gideceğini hiçbir zaman bilemez ve benzer şekilde penaltıyı kullanan da kalecinin hangi köşeye atlayacağını tahmin edemez. Handke sıradan bir olay gibi anlatıyor aniden işlenen cinayeti ve sonra katilin kaç(may)ışını aktarıyor bize. Aslında ne ortada bir kaçış vardır ne de polisin kaçmayan bir adamı gittiği yerde arama durumu.
Günlük hayatın içindeki sıradanlığı öylesine bir dil ile aktarıyor gibi görünüyor roman ve kahramanının çok dikkatli bakan bir gözle algıladığı sıradan gerçekler üzerinden ilerliyor. “Düz” bir dil ile gerçekten de adeta bir boşluğu gösteriyor bize kitap ve hayatın içindeki rutin olayları veya karakterlerin sıradan davranışlarını adamın gözünden ve hiçbirini atlamadan (“önemli” veya “önemsiz” ayrımı yapmadan) anlatıyor. Çok nadir durumlar dışında kahramanı dahil herhangi bir karakterin duyuguları hiç öne çıkmıyor ve sanki hayatın mekanik bir biçimde işleyişine odaklanıyor sadece roman. Üçüncü şahıs ile anlatılıyor olsa da romanın her ânı adamı ve yaptıklarını dile getirdiği için nerede ise birinci şahıs ile anlatılan bir kitap gibi görünen eser, kelimeler ve tanımladıkları nesneler, kelimeler ve iletişim ve kelimeler ve onlara yabancılaşma gibi konulara değinirken bilinçli bir monotonluğu da içinde barındırıyor. Anlatılanın arkasında bir şeyler arayan veya bir gizemin peşine düşenleri yanıltacak bir eser bu; ne söylüyorsa onu kastediyor sadece çünkü.
Kitabın (ve filmin) adı bugün başlıbaşına bir kavrama dönüşmüş durumda; kalecinin ve penaltıyı atanın birbirlerinin ne yapacağını öngörememesinden yola çıkan ve bundan da daha çok nasıl ilerleyeceği bilinmeyen bir tehlike karşısındaki endişeyi ve bu tehlikeye nasıl cevap verilmesi gerektiğini bilememenin yarattığı tedirginliği anlatmak için sık sık başvurulan kullanılan bir ifade bu. Wenders’in uyarlamasının ticarî açıdan pek ilgi görmemiş olsa da romanın ruhunun sinema karşılığını bulmaktaki başarısını ve 70’lerin Alman sinemasının ilginç örneklerinden biri olmasını da hatırlatarak, bu “zor” romanın çağdaş edebiyatın ilginç yapıtlarından biri olarak, okunması gerektiğini söyleyelim son olarak.
(“Die Angst des Tormanns Heim Elfmeter”)