“Hele salak! Size toprak mı verecekler bellisen? Sen delirmişsin, ey oğul. Fıkaraya el uzatıldığı nerede görülmüştür”
Babasının işlediği cinayetin kan bedeli olarak kurbanın ailesine verilen çocuk yaştaki bir kızın hikâyesi.
Bekir Yıldız’ın üç ayrı hikâyesinden Vedat Türkali’nin sinemaya uyarladığı ve Süreyya Duru’nun yönettiği bir Türk sineması klasiği. 1977 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film de dahil dört ödül alan (diğerleri Senaryo, Kadın Oyuncu ve Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında) film 1970’li yılların politik hayatından izler taşıyan ve o dönem Türkiye sinemasının çeşitli örneklerini verdiği “bir derdi olan” sinema eserlerinden biri. Üç ayrı hikâyeyi hemen hemen ciddi bir problem olmadan birbirine bağlamayı başaran Türkali’nin senaryosu, başarılı oyunculukları, düzeni sorgulayan içeriği ve Duru’nun gerçekçiliğe elinden geldiğince yakın durmayı başardığı bir çalışma olması ile ilgiyi hak eden film, o dönem sinemasının kimi kusurlarından kaçınamamış olmasına ve dertlerinin çokluğu arasında zaman zaman odağını kaybetmesine rağmen bir klasik olarak sinemamızın tarihinde yerini almış durumda.
Başta onaylanan senaryosu daha sonra sansür tarafından 3 kez ret edilen film ancak Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı ile gösterime girebilmişti. Milliyetçi grupların, gösterildiği sinema salonlarını tehdit etmesine neden olan filmin bu tepkileri çekmesindeki temel neden hikâyesinin odağında yer alan toprak reformu tartışmalarıydı asıl olarak. Feodal bir düzenin hüküm sürdüğü ve ağaların egemen olduğu topraklarda (film Urfa’da geçiyor) topraksız köylülerin bu ağaların modern köleleri olarak yaşamalarını ve ağaların iktidar güçleri ile nasıl içli dışlı olduklarını anlatan hikâye ülkeyi yönetenlerin hoşuna gitmemişti doğal olarak. Duru’nun filmi bu konuları cesaretle ele aldığı için takdiri hak ediyor öncelikle. Bekir Yıldız’ın üç farklı temayı (kan bedeli, kaçakçılık ve ağalık düzeni) ele alan üç ayrı hikâyesini tek bir filme yedirmek ve karakterlerin bu hikâyelerin her birinde gerçekçi bir resim içinde kalmasını sağlamak kolay bir iş değil kesinlikle ve Türkali’nin bunu hemen hiç aksamadan başaran senaryosu Duru’ya büyük bir kolaylık sağlamış ve o da filmi yalın bir mizansenle çekerken Türkali’nin kendisine sağladığı malzemeyi hak ettiği şekilde kullanmayı başarmış kesinlikle. Film bunları başarırken klasik Yeşilçam problemlerinin bazılarından da kurtulamamış ne var ki. Örneğn dublajda zaman zaman ciddi aksamalar olmuş ve müziğin kullanımı da fazlası ile gösterişli ki bu gösterişlilik filmin genel sadeliği ile çelişiyor sık sık. Müziğin bir sahne içindeki kullanımının ne hissetmemiz gerektiğine bu kadar doğrudan işaret etmesi zarar vermiş filme ve zaman zaman fazlası ile “kaba” bu kullanım şekli ile hikâyenin altını gereksiz yere çizilmiş görünüyor.
Ahmed Arif’in “33 Kurşun” şiirinden bir bölümün seslendirildiği, yine onun şiirinden bestelenen “Adiloş Bebe” şarkısının sadık Gürbüz tarafından seslendirildiği ve Bedirhan Kırmızı’dan türküler ve uzun havalar dinlediğimiz film bu öğeleri ile hem politik hem de kültürel açıdan durduğu yeri net işaret ediyor kesinlikle. Film bu müzikleri ve şiirleri kullanım şekli ile yeterince profesyonel bir görüntüye sahip değil ne yazık ki. Şiirin hikâyeye giriş ve çıkışı, şarkıların başlama ve bitme şekilleri yeterince olgun bir kurgu ile oluşturulmamışlar ve bir sahnenin “şimdi uzun hava başlayacak” diye düşündürtecek şekilde kurgulanması ve gerçekten de uzun havanın hemen kulaklarınıza ulaşmaya başlaması pek olumlu bir durum değil filmin genel kalitesi açısından.
Amatör oyuncuların bir parça fazla aksadığı filmin ana kadrosu sağlam isimlerden oluşuyor: Semra Özdamar, Hakan Balamir, Aytaç Arman, Aliye Rona, Hüseyin Peyda ve Menderes Samancılar gibi isimlerin olduğu kadroda Antalya’da ödül alan Semra Özdamar (sinemamızı erken terk eden bir yıldız olmuştu ne yazık ki!) ve Peyda işlerini iyi yapmışlar ama Rona ve Balamir üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Aliye Rona sinemamızın kendisini pek çok filmde mahkum ettiği bir karakteri (adeta Yunan trajedilerinden fırlamışa benzeyen bir karakterdir bu) burada da tekrarlıyor ve -kendisinden talep de edildiği üzere- sık sık abartının sınırlarında geziniyor. Yine de bu abartının bile onun çileli yüz çizgilerine yakıştığını ve ondan başka kimsenin bu abartıya rağmen gerçekçi görünmesinin pek de mümkün olmadığını söylemek gerek. Filmin oyunculuk açısından tüm kadronun önüne geçen ismi ise Hakan Balamir olmuş. Güçlü, cesur ve düzeni naif duyguları ile sorgulayan karakterini takdir edilesi bir gerçekçilikle ve ekonomik bir oyunculuktan hemen hiç ayrılmadan canlandırmış ve filmin asıl yıldız olmuş kesinlikle.
Birden fazla tema ile uğraşmasının hikâyenin yeterince derinleşmesine -neyse ki- pek fazla olumsuz yönde etki etmediği film ağlayan onca karakterin olduğu ve bir trajediyi hissetmemiz için bunun yeterli olduğu bir sahnede bir de en koyusundan bir uzun havaya başvurmak gibi hatalı tercihleri, “bayılan sarışan kadın” gibi hem yapay görünen hem de filmin havasına hiç uymayan bir mizah yaratmaya çalışması ve hayli kritik ve dram potansiyeli yüksek olabilecek “eş zamanlı gerçekleştirilen iki düğün” bölümünün hatalı kurgulanması (ve ne olduğunu başta anlayamamız) gibi problemleri olsa da izlenmeyi kesinlikle hak eden bir çalışma bu.