Kutsal Sığınak – William Faulkner

1949’da “modern Amerikan romancılığına güçlü ve sanatsal açıdan benzersiz katkısı” gerekçesi ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ABD’li yazar William Faulkner’ın 1931 tarihli romanı. Alkollü içkinin üretimi, ithali, taşınması ve satışının yasak olduğu “İçki Yasağı” döneminde (1920 – 1933) geçen bir öyküsü olan kitap “tartışmalı” unsurları nedeni ile dikkat çekmişti ilk yayımlandığında. Faulkner’ın 1951’de “Requiem for a Nun” adı ile devamını da yazdığı roman, “Southern Gothic” ismi ile tanımlanan ve farklı sanat dallarında örnekleri olan bir türün unsurlarını kısmen de olsa barındıran, ilginç bir çalışma. Yazarının “sadece para kazanmak için” yazdığını söylediği kitap hem -hemen olmasa da- ticari bir başarı kazanmış hem de eleştirmenlerin -en azından bir kısmının- beğenisini almıştı. İçki yasağı, yoksulluk, tecavüz, cinayet ve kötülük gibi farklı temalar üzerine kurulu olan roman eliptik bir anlatım tarzı ile okuyucusundan dikkatli bir okuma talep ederken, popüler kitapların havasını da koruyor ki bu da ticari ve sanatsal başarısının açıklayıcısı oluyor.

Faulkner’ın romanı iki kez uyarlanmış sinemaya: Stephen Roberts’ın yönettiği 1933 tarihli “The Story of Temple Drake“ ve Tony Richardson’ın 1961’de çektiği, “Sanctuary” ve “Requiem for a Nun” romanlarının ikisini birden kaynak olarak kullanan “Sanctuary”. Bu uyarlamaların ilki romanın tartışmalı unsurları yumuşatılmasına rağmen sansürün müdahalesine maruz kalmış ve hatta başlangıçta Faulkner’ın bu romanının sinemaya herhangi bir şekilde taşınmasına izin verilmeyeceği de söylenmiş sansürün başındaki Will H. Hays tarafından. İkinci uyarlama ise Tony Richardson, Lee Remick ve Yves Montand gibi güçlü isimlere rağmen, sinema değeri açısından ilkinin düzeyine ulaşamamıştı.

Tüm olayların, üst sınıftan ve üniversite öğrencisi bir genç kız ve öyküdeki tüm erkek karakterlerin ona bakışı üzerinden anlatıldığı roman böylece bir bakıma 1930’lu yıllarda ABD’nin güneyinde kadının konumunu da getiriyor okuyucunun karşısına. Burada ilginç olan bu erkek karakterlerin toplumun farklı sınıflarından olması ve hatta suçlular ve onlarla ilişkili işler yapan avukat ve savcı gibi zıt kutuplarda yer alanlardan oluşması. Temple adındaki genç kadının başına gelenler ve kaybolması etrafında dönen öykü kadının konumunun zorluğunu güçlü biçimde yansıtırken, dönemi için neden tartışmalı olduğunu anlamanızı sağlayan unsurlar içeriyor. Her ne kadar doğrudan sözcüklere dökülmese de, başta “mısır koçanı” ile yaşananlar olmak üzere ima edilenler yeterince sert ve ilk sinema uyarlamasının sansürle başının neden derde girdiğini çok net bir şekilde açıklıyor. Aslında sadece bu öğeler değil romanı sert ve karanlık kılan; Faulkner başta avukat ve yasadışı içki üreten adamın sevgilisi olmak üzere kimi karakterleri ve olayların gelişimi ile de destekliyor yarattığı karanlığı ve “para kazanmak” için yazılan türde olan kitaplarda pek de rastlanmayan bir tercihte bulunuyor. Bu saptamalar kitabın, karakterini ve kimi “gotik” öğelerini sömürdüğü anlamına gelmemeli; Faulkner popüler bir hava içinde ama anlattığı kişi ve olaylara kesinlikle belli bir mesafeden ve özenle yaklaşan bir dil kullanmış çünkü.

Popeye adındaki karakterle avukatın bir pınarın başında karşılaşmaları ile açılan kitabın bu giriş bölümü, bir western filmin senaryosunu andırıyor adeta. Gustave Flaubert’in ölümsüz Madam Bovary karakterine -beklenmeyen- bir gönderme de içeren bu bölüm ve özellikle başlarda zaman ve mekânın değişmediği uzun bölümler Faulkner’ın usta kalemi ile oldukça önemli bir çekicilik katıyor kitaba. Burada dikkat çeken en önemli tercih ise yazarın belirsizlik ve hatta soru işaretleri yaratacak şekilde, “eliptik” denebilecek bir biçim seçmesi. Örneğin bir ölünün haber verildiği satırlar birden çıkıyor okuyucunun karşısına; ölünün kimliği ve ne olup bittiği ilerleyen bölümlerde netleşiyor ve bir tür geriye dönüşlerle anlıyoruz yaşananları. Bu seçimi daha da iddialı kılan ise bazı olguları (örneğin avukatın eşi ile olan ilişkisinin niteliği ve akıbeti) özellikle belirsiz bırakması Faulkner’ın ve tüm bunları karanlık (ya da karamsar) bir atmosferi hissettirmek için kullanması.

Kitap doğrudan sosyal meseleleri ele almıyor veya öne çıkarmıyor ama içki yasağının yarattığı irili ufaklı çetelerden yoksulluğa, sınıf farkından grevlere (ve grev kırıcılara) ve adalet mekanizmasındaki yozlaşmadan kadının konumuna ve insanın kötücül doğasına farklı konuları doğal bir parçası yapıyor anlattıklarının. 1932’de Kanada’da satılması yasaklanan ve hatta Faulkner’ın bir izci topluluğun liderliğinin elinden alınmasına neden olan kitabın “kahraman”ı olan avukat karakteri yazarın eserlerinde yarattığı tüm karakterler içinde en ilginç olanlardan biri; iyi niyetli ve içinde bulunduğu toplumun kabalığı ve sertliği ile uyuşmayan bir nezaketin sahibi olan adam, etrafındakilerin ve düzenin karşısında etkisiz kalıyor ve romanın karamsar ve hatta yılgın atmosferinin en sağlam sembolü oluyor.

Fransız edebiyatçı Andre Malraux, romanın Fransızca baskısına yazdığı önsözde kitap için şu ifadeyi kullanmış: “Bir dedektiflik öyküsüne bir Yunan trajedisi katıyor”. Bu tanımı hak eden roman Faulkner’ın bestseller olduğunu gördüğü tek kitabıydı ve diğer yapıtlarının gerisinde kalmasında onun “özellikle para kazanmak için yazdım… hayal edebileceğim en korkunç hikâyeyi yarattım ve sadece üç haftada tamamladım” ifadesinin önemli bir payı olsa gerek. Ne var ki en azından başlangıçta beklediği parayı kazanamamış Faulkner; çünkü kitabı basan yayınevi iflasını ilan etmiş kısa bir süre sonra.

(“Sanctuary”)

(Visited 5 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir