“Sence birimiz aldatırsa, diğerine söylemeli mi?”
Karısı ve kızını terk eden bir adamın yeni ilişkisinde karşılaştıklarının hikâyesi.
Fransız sinemasından “Fransız” bir film. Senaryoda da payı olan Philippe Garrel’in yönettiği filmin başrolünde yönetmenin oğlu olan Louis Garrel oynamış ve kendisine yeni sevgilisi rolündeki Anna Mouglalis eşlik etmiş. Hikâye hayli basit aslında ve başta Fransız sinemasındakiler olmak üzere daha önce pek çok benzerini de seyretmişizdir. Bitirdiği bir ilişkiden sonraki ilişkisini ayakta tutmaya çalışan bir genç adam var karşımızda ve aşk, tutku, aldatma gibi kavramlar üzerine konuşmalar ve eylemlerle ilerleyen film bu bağlamda çok yeni şeyler vaat etmiyor aslında ama başta ve özellikle Louis Garrel’in doğal ve dokunaklı oyunu, yönetmenin hikâyeye uygun yalın, hafif ve zarif bir dil kullanması ve tüm Fransızlığına rağmen, Fransız sinemasının bazı örneklerinin sıkıntı veren “mızmız” havasından uzak kalmayı başarabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
Siyah beyaz çekmiş filmi Philippe Garrel ve filmi için doğru kararlarından birini de daha baştan vermiş görünüyor bu şekilde. Modern zamanlarda ve büyük bir şehirde geçen hikâyenin hem yalınlığına ve bilinçli gösterişsizliğine uygun bir tercih bu hem de anlattığının aslında ezelden beri hep yaşandığını ve elbette ebediyete kadar da sürecek değişmezliğini vurgulaması açısından önemli. Açılış sahnesinde tanık olduğumuz bir terk etme ile başlayan film yine bir terk etme ile sona ererken bu iki ayrılık arasında bize zarif bir dil kullanarak erkek ve kadın ilişkileri üzerine küçük bir hikâye anlatıyor temel olarak. Sadakat, tutku, seks vs. bu küçük hikâyenin üzerinde durduğu kavramlar ve Fransız sinemasının hep yapageldiği gibi entelektüel göndermeleri olan bir içerikle geliyorlar önümüze. Genç adamın bir tiyatro oyuncusu olması ve doğal olarak arkadaşlarının da yine o çevreden gelmesi, yeni sevgilisinin de işsizlikten muzdarip bir oyuncu olması, kadının “hami”si yaşlı bir entelektüel adam vs. gibi unsurlar hikâye boyunca kulağımıza Seneca veya Mayakovski gibi isimlerin çalınmasına yol açarken, bir sahnede bir arkadaşının genç adama söylediği “Belki de kurgu karakterleri gerçek karakterlerden daha iyi anlıyorsundur” cümlesi de sanat ve hayat çatışması üzerine bir fikir jimnastiği yapma fırsatı sağlıyor seyirciye. Tam da Fransız sinemasına özgü olarak karakterlerin kimi eylemlerini veya duygularını anlamlandırmada bir sıkıntısı var hikâyenin ve neden-sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlı seyirci için rahatsızlık verebilir bu durum ama filmin seyirciden beklediği temel olarak hayli gerçekçi ve doğal bir atmosferi olan hikâyenin akışına kendisini bırakması ve bir ilişkinin yaşattığı mutluluğun ve onu kaybetme endişesinin yarattığı tedirginliğin “tadına” varması.
Başroldeki Louis Garrel’in “oynamadığı” bir film bu; oyuncu sanki kendisinin gerçekten yaşadıkları görüntüleniyormuşcasına doğal ve gerçekçi bir performans sunuyor film boyunca. Yönetmenin zaman zaman sahneleri doğaçlama havası veren bir şekilde oluşturmuş olması da onun oyunculuğunun bu yönünü destekliyor. Bir parkta adam, kadın ve adamın evliliğinden olan kızının birlikte konuştuğu ve fıstık yediği sahne diyalogları, el kamerası kullanımı ve yakın plan çekimi ile filmin doğallık alanında başarılı olduğunun tipik örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Jean-Louis Aubert’in biraz uçarı ve biraz da dokunaklı bir havası olan melodileri de hikâyenin “Yeni Dalga”yı çağrıştıran yönlerini etkileyici bir şekilde destekliyor. En az onun kadar filme katkısı olan bir diğer isim de görüntü yönetmeni Willy Kurant; filmin çekildiği tarihte 79 yaşında olan sanatçı özellikle yakın planlarında karakterlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin olumlu ve olumsuz yönlerini yansıtmayı başaran görüntü tercihleri ve kadının hissettiği “tıkanmışlık” duygusunu yaşadıkları evin küçüklüğü ile de yansıtan kamera açıları ile olgun bir sanatçının çalışmasının ne denli parlak olabileceğini gösteriyor bize.
Yönetmen Garrel’in -aldatma ve aldatılma açısından- bir parça da kendi babasının hikâyesini anlattığı söylenen film sahnelerini art arda dizerken en ufak bir zorlamaya başvurmaması ve “gerçekte” ne oluyorsa sadece onu göstermesi ile de takdir edilmeli. Örneğin adamın kızı ile geçirdiği bir gün ve ardından kızının evine dönüp annesinin hazırladığı yemek için sofraya oturması tanık olduğumuz sözler ve davranışlar ile kesinlikle etkileyici bir gerçekçilik sunuyor perdede. Filme adını veren kıskançlık duygusunu, kızın babasının yeni sevgilisine, terk edilen annenin yeni sevgiliye veya genç adamın sevgilinin tanıştığı bir başka erkeğe olan yaklaşımı üzerinden anlatan film asla bunun altını çizmeden, kimi zaman sadece bir bakış, kimi zaman da başka bir konu ile ilgili olarak söylenen bir söz üzerinden yansıtıyor bize. Bir başka deyişle, mesafesini koruyan ve nezaketi hiç bırakmayan yaklaşımını burada da koruyor film ve alçak gönüllü hikâyesi ile bize bizi anlatmayı isteyen ve bunu başaran eserlerden biri olarak ilgiyi hak ediyor.
(“Jealousy” – “Kıskançlık”)