Le Havre – Aki Kaurismäki (2011)

“Sesin bir başkasınınki ile birleşince, ona bağlanır kalırsın”

Londra’ya doğru olan yolculuğunda Le Havre şehrine yolu düşen kaçak bir Afrikalı çocuğun ve kendisine yardım eden bir yaşlı bir Fransız adamın hikâyesi.

Finlandiya sinemasının usta isimleri olan Kaurismäki kardeşlerden küçük olanı Aki’den masal havasında anlatılmış ütopik bir hikâye. Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan yasadışı göçmenlerin dramına tıpkı bir masaldaki gibi iyi ve kötü karakterler aracılığı ile yaklaşan ve yönetmenin kendisine ait olan senaryo, insanın içine umut salan o filmlerden birine kaynaklık ediyor. Oyunculuklar ve yönetiminin de bu masal havasını desteklediği film, basit ama güçlü bir sinemasal becerinin sergilenmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

Özellikle eski dönemlerde kavuşmanın ve ayrılmanın sembolleri olan limanlardan birine ev sahipliği yapan şehirde, Le Havre’da geçen hikâye umudun, sevginin ve kardeşliğin sıcak bir anlatımı öncelikle. Kaurismäki hikâyesini bilinçli bir seçimle bir masal gibi anlatmayı tercih etmiş ve tıpkı bir masalda olacağı gibi mutlu son ile bitirmiş filmini. Hikâye boyunca tüm oyuncuların mimiklere çok az başvuran yalın oyunculukları onları özel bir birey olmaktan çıkarıp temsilcisi oldukları karakterlerin somutlaşmış hali yapıyor; nasıl bir masalda kötü cadı denince aklımıza hep aynı karakter gelirse burada da tüm karakterler sembolü oldukları iyi ve kötünün temsilcisi olarak çizilmişler sadece. Bir başka hikâyede rahatsız edebilecek bu tercih burada tam tersine hikâyeye çok yakışıyor ve nihâyetinde seyrettiğimiz/tanık olduğumuz tüm hikâyelerin iyiler ile kötüler arasında yaşananlardan ibaret olduğunu söylüyor bize. Evet, film umudun filmi çünkü gerçek hayatta gerçekleşmeyecek bir son var karşımızda ve anlattığı sevgi ve kardeşliğin umudu canlı tutabileceğini söylüyor bize. Yaşlı adam ile hasta olan karısı veya eski bir rock sanatçısı olan Little Bob ile karısı arasındaki aşk hikâyenin sevgi dolu atmosferini, mahalle esnafının kaçak Afrikalı’ya yardım eden yaşlı adama verdiği destek ise kardeşlik havasını çok derinden hissetmemizi sağlıyor. Burada yaptığı seçimle göz yaşartan ve Jean-Pierre Darroussin tarafından keyifli bir biçimde canlandırılan komiser rolünün önemini de vurgulamak gerek. İnsanları sevmediğini iddia eden bu polisin hikâyedeki kardeşlik havasının bir parçası olması gerçekten çok akıllıca bir seçim ve Kaurismäki’nin senaryosunun neden başarılı olduğunun da somut bir göstergesi. Baş roldeki André Wilms’in oyunculuğu filmin diğer tüm oyuncuları için de geçerli olan bir biçime sahip. Herhangi bir abartı içermeyen, sık sık bakışlara başvuran bu oyunculuk filmin zaman zaman büründüğü tuhaf çekiciliğin oluşmasında ciddi bir pay sahibi açıkçası. Filmin en kötü karakterini canlandıran, usta oyuncu ve başta Truffaut filmleri (“Les Quatre Cents Coups – Dört Yüz Darbe”, “Baisers Volés – Çalıntı Öpücükler”) olmak üzere pek çok filmi ile bugün hâlâ sevgi ile hatırlanan Jean-Pierre Léaud’nun varlığı da filmin atlanmaması gereken yanlarından biri.

Yoksul ve iyi yürekli insanların bu umut dolu filmi Kaurismäki adına ciddi bir başarı gerçekten. Yönetmen hem oyunculuklara verdiği biçim, hem yalın ve başarılı senaryosu hem de mizansen anlayışı ile gerçekten ustalığını konuşturmuş. Genelde kısa tutulan sahneler ve zaman zaman kimi planların bir tiyatro oyununu hatırlatacak biçimde düzenlenmesi (“oyuncu soldan sahneye girer” havası örneğin) yönetmenin becerisinin kimi örnekleri olarak gösterilebilir. Kaurismäki’nin bir diğer başarısı da filmine o eski “mahalle filmlerinin” havasını taşıyabilmiş olması. Belki bizde Ertem Eğilmez önderliğindeki Arzu Film ekolünün örnek gösterilebileceği bu havayı müzik seçiminden küçük mizahına ve elbette öncelikle seçtiği tiplemeler aracılığı ile yaratmayı ve bu “eskimiş” görüntüyü çekici kılmayı başarmış. “Le Havre’da Mucize” olarak da adlandırılabilecek film, bir sahnede okunan ve Kafka’nın Amerika’ya göç eden akrabalarının yaşadıklarını anlattığı “Amerika” romanı üzerinden Adorno’nun bu roman için söylediğini (“En tatlı düşün gerçekten farkı, gösterdiğinin sadece bir illüzyon olması”) doğrular biçimde bir illüzyon sunuyor bize ama kesinlikle ihtiyacımız olan bir illüzyon bu. Baş karakterimiz olan yaşlı adamın adı özellikle mi Marcel olarak seçilmiş bilmiyorum ama özellikle 1930 ve 40’lı yıllarda çektiği şiirsel gerçekçilik filmleri ile tanınan Fransız yönetmen Marcel Carne’ın çalışmalarını hatırlatan ve onlara atmosferi ile sıkı bir selam da göndermişe benzeyen film görülmesi gerekenlerden kesinlikle.

(“Umut Limanı”)

(Visited 144 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir