Let Him Go – Thomas Bezucha (2020)

“Bazen hayat sadece budur, Margaret; yitirdiklerimizden ibarettir”

Oğullarının ölmesi ve gelinlerinin pek tekin görünmeyen biri ile evlenmesi sonucu tek torunlarından ayrı kalan bir karı kocanın çocuğa duydukları özlemi gidermek ve ona hak ettiği daha iyi yaşamı sağlamak için giriştikleri mücadelenin hikâyesi.

Amerikalı yazar Larry Watson’ın 2013 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bu ABD yapımının senaryosunu yazan Thomas Bezucha yönetmenliği de üstlenmiş. Artık yaşlanan bir çiftin tek çocuklarını bir kazada yitirmeleri ve ardından da tek torunlarının annesinin yeni bir evllilik yapması sonucu içine düştükleri yalnızlığı ve kadının, tanık olduğu bir olaydan sonra bebeğin hayatı ile ilgili duyduğu endişesinin de tetiklediği mücadelesine kocasının da katılması ile yaşananları anlatıyor film. Bir dram havasında başlayan, hikâyeyi zenginleştiren bir gerilimi yavaş yavaş ve başarılı denebilecek bir şekilde inşa eden film emekli bir şerif olan adam üzerinden gittikçe sertleşen ve gerçekçilikten epey uzağa düşen bir aksiyona dönüşüyor. “Tuhaf aile”nin Amerikan sinemasında daha önce gördüğümüz ve çok daha çekici örneklerini hatırlatması filmin lehine olmamış. Buna karşılık, Kevin Costner ve Diane Lane’in rollerinin hakkını veren performansları ve aile kavramı üzerinden çözümü zor ve hatta imkânsız bir “hak sorunu” nu işlemesi ile ilgi çekebilecek bir sinema yapıtı bu.

Kaynak roman 1951’de geçiyormuş ama Bezucha hikâyeyi 1960’lı yılalrın başına taşımış; George (Costner) ve Margaret (Lane) oğulları, onun eşi ve tek çocukları ile birlikte çiftliklerinde yaşamaktadırlar. Bir kaza genç adamı aralarından alırken, gelinleri üç yıl sonra bir başkası ile evlenecek, önce onlara yakın bir kasabaya sonra da yeni kocanın ailesinin yanına taşınacaktır. Hayatın içindeki olası dramlardan biridir bu ve büyükbaba ile büyükannenin hayatından çıkan torunun boşluğunun neden olduğu acı da gerçek hayatta pek çok kez yaşanmıştır kuşkusuz. Sonuçta artık yeni bir ailesi olacaktır çocuğun ve eskisinin hukuksal ve ahlaki açıdan hakları hep bir tartışma ve sorun kaynağı olur ilgililerinin arasında. Ülkemiz televizyonlarındaki gündüz kuşağı “Reality” programlarından tanıdık gelecektir bu konu ve o programlarda bir büyükannenin “Torunumu göstermiyorlar bize”den “Torunuma kötü davranıyorlar”a uzanan tepkileri sıklıkla rastlanan bir şikâyet olarak çıkar karşımıza. Bu film de aslında tam bunu işliyor ve çocuğun yeni ailesindeki tuhaflık ve sertlik bu kötü davranış iddiasını doğruluyor burada. Margaret’in bir marketin otoparkında tanık olduğu, yeni kocanın torununa ve annesine sert fiziksel müdahalesi var olan endişesini doğrulayacak, inatçı ve güçlü bir karakteri olan bu kadın kendisini yalnız bırakmayan kocası ile birlikte torunlarını kurtarmak gibi tehlikeli bir maceraya girişeceklerdir. Burada hikâyenin -gerçek hayata da uygun bir şekilde- başlaması amA sonuçta dozu oldukça kaçmış bir kanlı hesaplaşmaya dönüşmesi ise filmin en önemli problemi olacaktır.

Oldukça yumuşak bir sinema dili ile açılıyor fim ve baştaki trajik ölüm de dahil olmak üzere ilk anlarında bu sadeliğini hep koruyor. Bebeği kurtarma kararından itibaren temposu ve gerilimi yavaş yavaş artıyor ki bu da filme kesinlikle bir çekicilik katıyor. Ne var ki son bölümlerin tüm o kanlı tercihleri bu yumuşak ve gerçekçi gerilime zarar veriyor kesinlikle ve örneğin John Boorman’ın 1972 tarihli “Deliverance” (Kurtuluş) filminde çok daha orijinal ve sahici görünen “vahşi kır insanları”nın burada fazlası ile alışıldık ve o yüzden de yeterli etkileyicilikten uzak görünmesi de yardımcı olmuyor filme. George karakterinin emekli bir şerif olması aksiyon sahnelerine bir parça gerçekçilik katıyor ama aslında hikâye çok daha büyük bir fırsatı kaçırıyor: Yeni aile bu derece vahşi (ve hatta sapık) olmasaydı ve hikâye bir “torunu kaybetmek” üzerinden ilerleyen bir dram olmayı seçseydi eğer, yüreklere çok daha fazla dokunan ve seyirciyi de -tek bir doğru cevabı olmayan- bir soru ile (“Ölen oğlanın anne ve babasının hakları ile torunlarının annesinin yeni hayat seçimleri örtüşmediğinde hukuksal, ahlaki ve toplumsal doğrular nedir?”) baş başa bırakarak finalden sonra da etkisini sürdürebilirdi. Burada karşımıza çıkan ise, Hollywood’dan bekleneceği üzere, seyirciye net bir doğru sunarak onu düşünme zahmetinden kurtarma tercihinin sonucu oluyor maalesef.

Yalnız yaşayan, yerli kökenli genç adam karakteri hikâyeye yeni bir alan açıyor ama kendi başına bile öyküsü çekici olan ve anlatılmayı hak eden bu gencin ana hikâye ile elle tutulur bir bağlantısını kuramıyor senaryo; elde kalan sadece onun, özellikle de annenin gözünde, yitirilen evladın özlemini gidermek için bir araç olması kalıyor ama film bu özleme çok az değinip, gittikçe vahşileşen bir hak arama hikâyesine ağırlık verdiğinden bu da kaybolup gidiyor açıkçası. Bunu da katmamız gereken problemleri (ya da Hollywoodseverler için cazip yönleri) olan film, iki ailenin ilk kez karşılaştığı ve gerilimin/tedirginliğin/endişenin elle tutulur hâle geldiği sahnesi, ölmekte olanın kulağına fısıldanan eski mutlu anılar gibi etkilenmemenin mümkün olmadığı duygusal anları, baştaki trajediyi sömürmeden ve sadelikle ele alması ve Costner ile Lane’nin oyunculukları gibi olumlu puanlara da sahip. Şeytani bir karakteri canlandıran ve senaryonun akla gelecek tüm klişelerle donattığı Blanche Weboy karakterinde Lesley Manville’in –neyse ki- yara almadan çıkmayı başardığı yapıt western atmosferi ile de ilgi çekebilecek, Hollywood’un o eli yüzü düzgün ürünlerinden biri.

(“Gitmesine İzin Ver”)

(Visited 109 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir