Life of Pi – Ang Lee (2012)

“Tanrı’ya inanmamı sağlayacak bir hikâyeniz varmış”

Geçirdiği bir gemi kazası sonucu denizin ortasında bir Bengal kaplanı ile filikasını paylaşmak zorunda kalan bir genç adamın hikâyesi.

Yann Martel’in aralarında “Man Booker”ın da olduğu pek çok ödülün sahibi olan romanından sinemaya uyarlanan filmin senaryosu David Magge tarafından yazılmış, yönetmenliğini ise Ang Lee üstlenmiş. Görselliğine kayıtsız kalınması mümkün olmayan film 3 boyutlu olarak çekilmiş ve bunun da katkısı ile iki saati aşan süresi boyunca seyircisini “büyülüyor”. Filmografisinde “Hulk” gibi şaşırtıcı ve hayal kırıklığı yaratan bir fantastik film denemesi de olan Ang Lee’nin “Brokeback Mountain – Brokeback Dağı” veya “The Ice Storm – Buz Fırtınası” gibi kariyerinin parlak örneklerinden sonra bu “din soslu new age” tarzı filmde ne aradığını düşünebilirsiniz ama sinemanın teknik alanda ve görsel tasarımda gidebileceği noktanın sonu olmadığına inananlar için bu film kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma. Mükemmel biçimi ve tartışmaya hayli açık içeriği ile kayıtsız kalınamayacak bir çalışma özetle.

Kanada’da yaşayan bir Hintli’nin kendisi ile görüşmeye gelen bir Kanadalı yazara başından geçen müthiş bir hikâyeyi geriye dönüşle anlattığı bir film bu ve yazarın “Tanrı’ya inanmamı sağlayacak bir hikâyeniz varmış” ifadesi ile başlayıp finalde yazarın kendisine anlatılan hikâyenin iki ayrı versiyonundan Tanrı’nın varlığının kanıtı olanı tercih etmesi ile biterken, din ve Tanrı konusunda durduğu tarafı da açıkça ifade ediyor. Filmin bu yanı en çok tartışılan yanlarından biri olmuş aslında, diğer pek çok konunun yanında. Romanın yazarı Yann Martel 2013 yılında kendisi ile yapılan bir röportajda kitabının üç ifade ile özetlenebileceğini söylemiş: ″Hayat bir hikâyedir… Kendi hikâyeni seçebilirsin… İçinde Tanrı olan hikâye daha iyidir.″ Film de kesinlikle bu ifadelerle özetlenebilir gerçekten. Öncelikle biri detaylı olarak anlatılan gizemli, fantastik ve sıkı, diğeri ilk hikâyeyi inandırıcı bulmayanlara çok kısaca ve kuru olarak anlatılan “sıradan” iki ayrı hikâye var karşımızda. Filmin hemen tümü bu hikâyelerin ilkini karşımıza getirirken, film (ve aslında roman) bize ne demek istiyor tam olarak? Baş karakterinin Budizmden Hristiyanlığa Müslümanlıktan Yahudiliğe uzanan arayışları ve sonunda “inanç birden fazla odası olan bir evdir” anlayışı ile bunların tümünü birden benimsemesinden başına gelenler boyunca Tanrı’ya sığınmasına ve elbette finalde içinde Tanrı olan hikâyenin tercih edilmesine kadar hikâyemiz tanrı ve din olgusunun yanında duruyor. 2010 yılında ABD Başkanı Obama romanın yazarına gönderdiği kısa mektupta “hikâye anlatıcılığının gücünü ortaya koyan kitabın Tanrı’nın varlığının zarif bir kanıtı” olduğunu yazmış. Seyrettiğimiz de ister hikâyelerin güçlü ve çekici olanının kendisine inanın, isterse bu hikâyenin kahramanının başına gelen ama gerçeküstü öğeleri olmadığı için korkunç ama “sıradan” olana katlanabilmek için onun tarafından uydurulduğunu düşünün, sonuç değişmiyor: Ya Tanrı’nın mucizelerine ya da karşı karşıya kalınan zorluklar karşısında Tanrı’ya sığınmayı dile getiriyor hikâye.

Kahramanımızın babasının din ile ilgisi olmayan ve pozitivizme inanmış bir kişi olması, annesinin ise “bilimin insanın dışındakileri, inancın ise insanın içindekileri açıklayabileceği” ifadesi daha ilk sahnelerden başlayarak filmin (romandan gelen) derdinin inanç olduğunu söylüyor bize. Farklı dinlere göndermeleri olan film, hikâyesinin başladığı yerin Hindistan olması nedeni ile Budizm’e daha fazla gönderme içeriyor doğal olarak ama kesinlikle tek bir dinin propagandası yok burada. Bunun yerine inanmanın propagandası var ve hem de hayli yoğun bir şekilde yapıyor bunu filmimiz. Gösterişli bir romandan uyarlanan bu gösterişli inanç filmi seyirciyi büyülemek için de elinden geleni ardına koymuyor. Görkemli bir görselliği olan film neyse ki örneğin Tim Burton tarzı şımarık ergenliklere başvurmadan karşımıza getiriyor bu görselliği. Filmi Burton’ın çekmesi durumunda nasıl bir sonuçla karşı karşıya kalacağımızı düşününce, Ang Lee’ye teşekkür etmeli aslında, her ne kadar onun ismini görmeyi hedeflediklerimiz elbette “Brokeback Mountain” gibi eserler olsa da. Evet, Burton gibi bir masal anlatıyor bize Lee ama bu masalı anlatırken elindeki teknolojinin son örnekleri olan araçları bir yetişkin gibi kullanıyor; Burton gibi kolej düzeyinde çakılıp kalmış bir ergenin şımarıklığından çok uzak bir tavır bu. Hayli üst düzey bir CGI kullanımının olduğu filmin görselliğine düzülebilecek övgülerin sınırı yok. Her bir sahnenin görsel efektleri, görsel tasarımları mükemmel kelimesi ile özetlenebilir. Öyle ki “new age” türünden bir şarkının videosuna yakışacak türden kareleri bile alkışlanmayı hak edecek bir renk cümbüşü ve estetiği ile incelikten nasibini almamış en kaba ruhları bile önünde secde ettirecek güzelliğe sahip. Ve tam da bu güzellik, filmin kusurlarından birinin de nedeni belki. Evet, her şey o kadar “güzel” ki, sanki ne çekmişse tümünü kullanmış Ang Lee filmde. Filikada kaplanla kahramanımızın iktidarlarını kabul ettirme mücadelesi bir türlü bitmek bilmiyor ve karşımızda bu derece üstün bir görsellik olmasa açıkça hayli sarkmış ve hatta sıkıcı görünürmüş kesinlikle. Kapanış jeneriğine kadar yansıyan bu görsel güç beraberinde şu soruyu da getiriyor elbette: Bu film kimin filmi, Ang Lee’nin mi yoksa görsel tasarımı yapanların mı? Görsel efektlerden sorumlu olan stüdyonun yaptığı çalışma ile Oscar almasından iki hafta önce iflas etmiş olması ve bunun temel nedenlerinden birisinin de yapmak zorunda kaldıkları ekstra çalışmalar için ödeme yapılmamasının olması, Lee’nin bu filmle aldığı en iyi yönetmen Oscar’ının teşekkür konuşmasında filmde emeği geçen herkese teşekkür edip onları atlaması gibi ilginç hikâyeleri de var filmin, tasarımın ve filmin görsel başarısının sahipliği konuşulurken unutulmaması gereken. Bu görkemli film başka tartışmalara da vesile olmuş. Martel’in romanının Brezilyalı yazar Moacyr Scliar’ın bir romanına benzerliğinden hayli etkileyici şarkısı “Pi’s Lullaby” adlı eserin başka bir şarkıdan fazlası ile “esinlenmiş” olmasına kadar uzanan tartışmalar bunlar.

Gereksiz bir mizah sahnesi -kaplanla kahramanımız arasında geçen ve filikanın sahipliğini vücut sıvıları üzerinden belirleme sahnesi- bir kenara bırakılırsa film heyecanlanmaya ve elbette inanmaya davet ediyor seyredenini. Sinemanın son dönemde 3 boyut ile de dozu artan bir şekilde görselliğin hikâyeyi ve hikâyedeki insanı ezdiği örnekleri peş peşe geliyor karşımıza ve bu film inanç yanı ile bu örneklerden bir parça ayrı düşer gibi görünse de aslında aynı kategoride yer alıyor onlarla. Bunun en temel göstergesi de filmin kimi dialoglarının zayıflığı ve örneğin ilk aşk gibi bir yan hikâyenin hayli zayıf anlatımı. Filmin bu problemini, konuştukça zayıf düşen ama sustukça görselliği ile büyüleyen ifadesi ile açıklamak mümkün. Martell’in romanı, Magge’nin senaryosu ve Lee’nin yönetmenliğinin karşımıza çıkardığı bu teknolojik inanç güzellemesi aslında bu içerik zayıflığı nedeni ile hedefini ne kadar yakalayabilir bilmiyorum, özellikle inançlara şüphe ile yaklaşanlar için. Sonuçta “uydurduğu” bir hikâyeyi inancın kanıtı olarak kullanan bir film var karşımızda. Sanırım en doğrusu, filmin görsel büyüsünün peşine takılıp gitmek ve Lee’nin tekrar “insanı” anlatmaya soyunacağı bir filme kadar bu görsellikle oyalanmak.

(“Pi’nin Yaşamı”)

(Visited 75 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir