“Gördüğünüz gibi, gidiyorum. Bu iğrenç dünya sizin olsun. Gidiyorum ama şarkı söyleyerek gidiyorum”
Bir çocuk, korsanlar ve hazine adasına yapılan bir yolculuğun hikâyesi.
İskoç yazar Robert Louis Stevenson’un aynı adlı romanından Şilili kendine has yönetmen Raúl Ruiz tarafından çekilen bir film. Senaryoyu yazan ve yöneten Ruiz olunca elbette klasik bir uyarlamadan çok farklı noktalara gidilen ve herkese göre olmayan bir film çıkıyor karşımıza. Bir röportajında “filmlerinin kurgusal filmler olmadığını, kurgu hakkında filmler olduğunu” söylemiş Ruiz; bir başka deyişle filmlerinin hikâye anlatmadığını, hikâye hakkında olduklarını söylemiş bu ilginç yönetmen. Bu tuhaf uyarlama kimi yönleri ile hayli ilginç, bazen seyredeni bir anlamsızlıkla baş başa bırakan (hatta sıkan), göndermeleri bol ve evet, tekrar söylemeli tuhaf bir film.
Stevenson’un romanı sinemadan televizyona onlarca uyarlamanın kaynağı olan, radyo oyununa dönüştürülen ve hatta üzerine bir metal albümü (Skull & Bones adlı Arjantinli grubun “The Cursed Island” adlı albümü) yapılan bir edebiyat klasiği. Film için öncelikle söylemeli ki bu Walt Disney tarzı bir uyarlama değil. İçine edebiyatın (hikâye yaratma, hikâye dinleme ve hikâyenin kahramanı olmanın) ve hatta sinema teorilerinin girdiği, bazen düşsel bazen klasik bir hal alan, Herman Melville’den Borges’e göndermeleri olan ve romanı (ve klasik uyarlamalarını) bilenlerin, romanın sinemada aldığı bu karşılığa kesinlikle şaşıracağı bir film bu. Filmin çekimlerin başlamasından beş yıl sonra gösterime girebildiğini, dört saatlik bir hikâye olarak planlanırken yaklaşık iki saatlik bir filme dönüştürüldüğünü ve özellikle bu “kısaltma”nın filme kesinlikle zarar vermiş olduğunu da söyleyelim baştan. Hayli çekici bir kadro (günümüzün usta Fransız oyuncusu Melvil Poupaud’un sinemadaki ilk rollerin birinde ve henüz on iki yaşında iken hikâyenin çocuk kahramanı Jim’i canlandırdığı bu Fransa – Şili ortak yapımı filmde Martin Landau, Anna Karina ve Jean-Pierre Léaud gibi isimler var) ile karşımıza gelen filmde, hikâye günümüze uyarlanmış ama romanın ana öğeleri yerli yerinde duruyor gibi görünüyor. Evet, sadece görünüyor; çünkü yarı düşsel yarı gerçek görünen hikâye farklı kişilerin ağzından anlatılmaktan hikâyenin kahramanı ile bir yazarı (Stevenson?) karşı karşıya getirmeye veya tüm tanık olduğumuzun belki de televizyonda Afrika ülkesindeki bir darbe sırasında yaşananları anlatan bir diziyi seyreden çocuğun elektriklerin kesilmesi üzerine uydurdukları olduğunu ima etmekten psikanaliz yaklaşımlara, film bu öğeleri çok farklı biçim ve içeriklerle kullanıyor. Özetle, “Hazine Adası” romanını tanımak için uygun bir film değil bu; bambaşka bir dünya var karşımızda. Karakterlerin kitaplıklarında “Hazine Adası” kitabının yer aldığı ve bunun sık sık vurgulandığı bir hikâyeden bahsediyoruz, bir başka deyişle kendisine de göndermeleri olan bir film bu.
Jorge Arriagada imzalı müziklerin senaryonun ve filmin biçimsel yaklaşımının aksine klasik bir macera filmi havasına ait olmasının seyredeni ters köşeye yatırdığı bir eser var karşımızda. Bu müzik çalışmasına ilave olarak Prokofiev’in 1, 2 ve 3 numaralı senfonilerini de kullanmış yönetmen ve etkileyici bir müzik bandına sahip olmasını sağlamış filminin. Görsel olarak da ne yazık ki yeterince başvurmadığı görsel oyunlar ile zaman zaman zenginleştirmiş filmini. Özellikle gölgelerin kullanımı hayli başarılı ve bu tür oyunlar açıkçası filmin canlanmasını da sağlamış. Ne var ki onca konuşma, seyircinin bir refleks olarak anlam üretmeye çalıştığı onca belirsizlik için her zaman yeterli olmuyor bu canlılık ve film bazı anlarda anlamsızlığın neden olduğu bir sıkıcılığa düşebiliyor. Bu sıkıcılık tuzağına düşmemek için belki de filmi birden fazla kez görmek ve bunu yaparken de romandaki Hazine Adası’nda değil, Raúl Ruiz’in yarattığı başka bir adada olduğumuzu kabullenmek gerekiyor. Burada başka bir “gerçeklik” var, rollerin değiştiği (çocuk ile yazarın birbirine girmesi veya aynı karakterlerin bir mahkum bir gardiyan olması gibi) bir gerçeklik bu. Belki de en iyi şöyle özetleyebiliriz bu tuhaf uyarlamayı: Kimsenin hazineyi umursamadığı bir Hazine Adası uyarlaması.
Hikâyenin bir kısmının geçtiği otelin her odasında çocuğun “Tanrı’nın gözü” diye adlandırdığı bir gözetleme deliği var ve otelin misafirleri buradan birbirlerini gözetleyebiliyorlar; farklı hikâyelere tanıklık edebiliyorlar eş zamanlı olarak. Kamera da işte sanki bunun gibi farklı karakterlerin gözü ile farklı (dolayısı ile farklı seyirci için farklı) hikâyeler anlatıyor bize, ama hikâyenin ne olduğuna değil hikâyenin kavram olarak kendisine önem vererek. Belki de başta planlanan sürenin yarısına düşmesi nedeni ile, ikinci yarısında pek toparlanamamış görünen film, evet tuhaf ve yorucu bir çalışma. Yine de özellikle Raúl Ruiz’i tanıyanların “ne” ile karşılaşacaklarını bilmelerinin rahatlığı ile ilgi göstermesi gereken ve keşif meraklılarının bir göz atmasının kesinlikle gerekli olduğu bir film bu… zaman zaman sıkılmayı da göze alarak üstelik.
(“Treasure Island” – “Hazine Adası”)