Lola – Jacques Demy (1961)

“Onu yargılamaya hakkım yok. İlk aşkının hatırası ile yaşıyor. Anlamışsınızdır demek istediğimi: İlk aşklar unutulmaz”

Şimdi çocuklu ve bekâr bir anne olan ve kabarelerde dansçı olarak çalışan ilk aşkı ile karşılaşan mutsuz bir genç adamın hikâyesi.

Jacques Demy’nin yazdığı ve yönettiği bir Fransa – İtalya ortak yapımı. Demy’nin Alman yönetmen Max Ophüls’e ithaf ettiği ve onun son filmi olan 1955 tarihli “Lola Montès” filminin kahramanının adını verdiği Lola adındaki bir dansçı ile “sıkılan” bir genç adam olan Roland’ın yıllar sonra tekrar karşılaşması sonucu yaşananları anlatıyor film temel olarak. Baş karakterinin ve adının Josef von Strenberg’in 1930 yapımı “Der Blaue Engel” (Mavi Melek) filmindeki burleks dansçısı Lola’dan da esinlendiği söylenen film Fransız Yeni Dalga akımından klasik sinemaya müzikalden lirik bir gerçekçiliğe uzanan farklı havaları olan, başrollerdeki Anouk Aimée ve Marc Michel’in farklı birer çekiciliği olan performansları ile değerlenen ve Demy’nin kendine has sinemacılığının ilk örneği olarak ayrı bir önem taşıyan bir klasik yapıt.

Demy filmini “Müziksiz bir müzikal” olarak tanımlamış; ama bu tanımlama filmde müzik olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine Beethoven’dan (“La Majör 7 Numaralı Senfoni”) Mozart’a (“Re Majör Flüt Konçertosu”), Weber’den (“Dansa Davet” adlı vals) Bach’a (“İyi Düzenlenmiş Klavye”) klasik bestecilerin eserlerinden, ünlü Fransız besteci Michel Legrand’ın orijinal müziğinden, Edith Piaf için yazdığı şarkılarla bilinen Marguerite Monnot’un bir şarkısından (“Moi, j’Étais Pour Elle”) ve sözlerini Demy’nin eşi olan ünlü Fransız sinemacı Agnès Varda’nın yazdığı şarkıdan (“Lola”) bolca yararlanıyor film. Ama bu yararlanma bir müzikalde gibi diyalogların şarkılarla aktarılması şeklinde değil filmde; evet,değil ama yine de tuhaf bir şekilde bir müzikal seyrettiğiniz havasına kapılıyorsunuz sık sık. Benzer şekilde müzikallerdeki gibi şarkılar sık sık bir dansla veya bir dans koreografisi ile süslenmiyor (Kabaredeki dans sahneleri hariç; çünkü bu bölümler o sahnenin doğal bir parçası) ama bir şekilde Demy’nin mizanseni ve usta görüntü yönetmeni Raoul Coutard’ın kamerası adeta bir gizli koreografiyi ima edercesine karşımıza getiriyor karakterleri ve tüm görüntüleri hareketli bir şekilde. Dolayısı ile Demy’nin filmi için yaptığı tanımlama kesinlikle çok doğru. Demy’nin bu hikâyedeki Roland Cassard karakterini 3 yıl sonra çekeceği “Les Parapluies de Cherbourg” (Cherbourg Şemsiyeleri) adlı müzikal filminin hikâyesinde de kullandığını düşünürsek, yönetmenin burada da bir müzikalin çerçevesi içinde hareket ettiğini söylemenin yanlış olmayacağını daha da rahatlıkla ileri sürebiliriz.

Filmin hikâyesi de bir müzikalinkini hatırlatıyor sık sık. Hemen tamamı yalnızlık çeken karakterlerinin “döngüsel” denebilecek hikâyelerinin açılışında bir Çin atasözünü gösteriyor bize Demy ve müzikallere de göndermede bulunuyor bir bakıma: “Ağlayabilen ağlasın, gülmek isteyen gülsün”. Bu filmin hikâyesi de mutluluk ama çoğunlukla da hüznü ile bu söze uygun bir içeriğe sahip ve seyirciyi hangi duyguyu tercih edeceği konusunda serbest bırakıyor bir bakıma. Wong Kar-Wai’nin “Chung Hing Sam Lam” (Chungking Ekspresi) adlı filminin ikinci yarısının esin kaynağı olarak gösterdiği bu Demy filmi farklı karakterlerin çakışan ama bazen de birbirlerine teğet geçen hikâyelerini işte bu hava ile anlatırken, özellikle iki baş karakteri ile sinema tarihinin önemlilerinden ikisini de yaratıyor bizim için: Marc Michel’in oynadığı Roland ve Anouk Aimée’nin canlandırdığı Lola. Roland yaşadığı yerden ve insanlarından sıkılan, “gitmek” isteyen genç bir adam. Sokakta yıllardır görmediği bir kadınla karşılaşıyor; gerçek adı ile Celine şimdi Lola adı ile kabarelerde dansçılık yapan, çocuğunun babasını yedi yıldır görmeyen bir kadındır ama ilk aşkı olan adamı unutmamıştır ve onu beklemeye devam etmektedir. Bu karşılaşma Roland’a Lola’nın da kendisinin ilk aşkı olduğunu hatırlatacaktır. Birkaç önemli karakteri daha var filmin; Madam Desnoyers (Elina Labourdette) 14 yaşındaki kızı Celine (Annie Duperoux) ile yaşayan dul bir kadındır; bir kitapçıda karşılaştığı Roland’a ilgi gösterir ve onu belki de yalnızlığını giderebilecek bir erkek olarak görür. Kızı Celine ise büyüme çağının deli doluluğu içinde kendi yolunu bulmaya çalışan bir genç kızdır ve bir Amerikalı bir denizci olan Frankie (Alan Scott) ile arkadaş olmuştur annesini rahatsız eden bir şekilde. Frankie’nin birgün döneceği ABD’de onu bekleyen bir nişanlısı vardır ve zaman zaman yattığı Lola’dan da hoşlanmaktadır bu arada. Bir de filmin açılışıında üstü açık lüks arabası içinde gördüğümüz Michel (Jacques Harden) var; hikâyenin başında şehre geri döner ve bu dönüşün gerekçesini ve birden fazla karakterin hayatını nasıl etkileyeceğini finalde gösterecektir bize Demy. Sadece tüm bu karakterleri değil, daha başka birkaç karakteri de (örneğin Roland’ın düzenli gittiği kafedeki iki kadın) seyircinin onları tanımasına olanak sağlayacak bir netlikte gösteriyor bize film ve belki de sinemanın en “dürüst” hikâyelerinden birini anlatıyor. Dürüst çünkü karakterler birbirleri ile çok açık konuşuyorlar her zaman ve özel duygularını rahatlıkla paylaşıyorlar diğerleri ile. Yalan söylediklerinde bu sadece karşılarındakini korumak için oluyor ve sonra zaten bunu itiraf da ediyorlar. Roland başta olmak üzere karakterler duygularını konuştukları kişilere rahatça ifade ediyorlar ve bu durum hikâyenin insan sıcaklığı ile sarılı olmasını sağlıyor ki filme hayli önemli bir çekicilik katıyor bu ilişkiler.

Bekleyen ya da giden karakterler geçidi bir hikâye seyrettiğimiz. Demy’nin eğlenceli bir havada senaryoya yedirdiği polisiye unsurlar ile de renklenen hikâye “ilk aşk”ın unutul(a)mayacağını bu karakterleri özenle kullanarak anlatırken; gitmenin, beklemenin ve dönme(me)nin onların ruhlarında dokunduğu yerleri de özenle sergiliyor. Bir müzikal hafifliği içinde tesadüflerin de önemli bir yer tuttuğu filmde karakterlerin örtüşen yönleri de hayli ilginç. Örneğin iki farklı karakter aynı adı taşıyor, iki kadın da çocuklu ve bekâr, biri dansçı olarak çalışırken bir diğeri dansçı olma hayali kuruyor veya birin seçimi diğerlerinin seçimlerini de etkiliyor. Bu bol konuşmalı film tam da bir Fransız filminden bekleneceği şekilde her birinin hayatını aşkın (varlığı ya da yokluğunun) nasıl etkilediğini de gösteriyor şiirsel bir şekilde. Bu şiirselliğin gerçekçiliği ve Yeni Dalga’ya özgü uçarılığı onu farklı ve orijinal kılıyor şiirsel diğer pek çok hikâyenin aksine ve özellikle Roland’ın duygusal değişimleri üzerinden anlatılan hayaller seyirciyi de doğal bir şekilde yanına çekebiliyor. Genç adamın “Tam anlamı ile umutsuz vakayım. Vaktimi hayal kurmakla geçiriyorum. Sıkıldım artık” cümleleri ile tarif ettiği gitmek odaklı ruh hâlinin, âşık olduğunu hissettiği anda “Bu sabah insanlar gözüme güzel göründü. Koşup öpmek geldi onları içimden” ile ifade edilen bir şekle dönüşmesini doğal ve sevimli kılan da Demy’nin bu lirik gerçekçi dili ve hikâyesi oluyor şüphesiz.

Genelde klasik sinema ile Yeni Dalga arasında bir yerde duran filmde Demy sadece bir kez teknik bir oyuna girişiyor: Cecile adındaki 14 yaşındaki kız ile Amerikalı asker arasındaki arkadaşlığı ve eğlendikleri lunaparktaki sahneleri gösterirken yapıyor bunu yönetmen ve eğlence aletlerini terk ederken ikiliyi yavaşlatılmış bir gösterimle ve Bach’ın müziği eşliğinde çıkarıyor karşımıza. Celine’nin duyguları büyümekte olan bir genç kızın aşka benzer hislerine yaklaşırken, Amerikalı asker ona bir abi gibi davranıyor tüm birlikte oldukları sahnelerde. Demy’nin aralarında yaş farkı olan ve taraflardan birinin çocuk olduğu “çift”in dostluğu üzerinde durması ilginç; çünkü Celine’i ilk gördüğümüz sahnede, kendisine uygunsuz bir şekilde bakan bir adama dilini çıkarıyor çocuk. Filmin bu “pedofili” teması üzerinde durması yorumlanmaya açık.

Michel Legrand’ın hikâyeye güç ve keyif katan müziğinin önemli kozlarından biri olduğu filmin hikâyesi -özellikle finali ile- bir müzikal hafifliğine uygun tasarlanmış. Demy’nin kendi çocukluğunun geçtiği Nantes’da çektiği filmde Roland adındaki genç adam bir “bilinmeyen”e doğru ilerlerken (“Cherbourg Şemsiyeleri” bu bilinmeyeni sonradan aydınlatıyor olsa da) Fransız sinemasının sinema tarihine armağan ettiği karakterlerden biri olarak iz bırakıyor seyirci üzerinde. Bu biraz naif, biraz hüzünlü genç adam bir yandan Yeni Dalga’nın erkek karakterlerini hatırlatırken, öte yandan da gitmek üzerine odaklı mutsuzluğu ile döneminin gençlerinin sembolü de oluyor bir bakıma. Onun, işe hep geç kaldığı için kendisini azarlayan patronuna, o sırada okuduğu André Malraux’nun “La Condition Humaine” (İnsanlık Durumu) adlı romanından yaptığı alıntı da (“Ne için çalıştığını bilmeden günde on iki saat çalışan bir adam için ne saygınlık ne de gerçek bir hayat mümkün olabilir”) bu bağlamda önem taşıyor. Malraux’nun kitabının 1927’de Şangay’daki başarısız komünist ayaklanmanın parçası olan insanların karşı karşıya kaldığı varoluşçu ikilemleri anlattığını düşünürsek Demy’nin bu kitabı seçmesi öenmli ve Roland’ın da amaçsız hayatı için aynı duyguları taşıdığını söyleyebiliriz.

Demy’nin filminin üç baş oyuncusu da karakterlerine hak ettikleri gerçekçiliği verirken, her biri kendi karakterine uygun bir oyunculuk benimsemiş. Örneğin yalnızlık çeken kadını oynayan Labourdette tıpkı karakteri gibi klasik bir tarza sahip performansı ile onun aşk arayışını bizim de hissetmemizi sağlıyor. O tarihlerde kariyerinin başında olan Marc Michel tıpkı karakteri gibi biraz yorgun, kırgın ve hüzünlü bir oyunculukla gerçekten çok başarılı. Kabare dansçısını oynayan Anouk Aimée ise beklenenin aksine seksapelliği öne çıkaran bir performanstan özenle uzak durmuş ve sözlerini Varda’nın yazdığı şarkıyı seslendirirken olduğu gibi, hem seksi hem “normal” bir kadın (hâlâ ilk aşkının sıcaklığını içinde taşıyan sıradan bir kadın) olmayı başarmış çarpıcı bir şekilde. Nantes şehrinde belediye başkanlığını, ardından da Fransa Başbakanlığı yapmış olan Jean-Marc Ayrault’nun “Jacques Demy ile Nantes arasındaki bir aşk hikâyesi” olarak tanımladığı filmde bir karakterin ağzından duyduğumuz “Hayat filmlerde her zaman daha güzel” cümlesi ve Roland’ın sinemada seyrettiği Mark Robson 1953 tarihli filminin (“Return to Paradise” – “Cennete Dönüş) hikâyesinin Demy’nin filmininki ile başkarakteri açısından benzerlik taşıması ise tıpkı dönemin Yeni Dalga sinemacıları (örneğin Truffaut) gibi yönetmenin de taşıdığı sinema sevgisinin bir dışavurumu olarak görülmeli. Başta bir müzikal olması düşünülen ama maddî sıkıntı nedeni ile bu yapılamayınca, Demy’nin ustalıkla türün havasını yine de sindirmeyi başardığı film her sinemaseverin görmesi gereken bir klasik. Yönetmenin yine bütçe sıkıntısı nedeni ile sessiz çekmek zorunda kaldığı filmi belki bir başyapıt değil ama kesinlikle çok başarılı bir sinema yapıtı.

(Visited 129 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir