“Bu dünya bizim ulan, hıyar! Şöyle bak bir etrafına, bak bir. Gördüğün ne varsa bizim eserimiz. Ama sonuç ne? Biz kuralım, sonra kendi ellerimizle kurduklarımızın altında ezim ezim ezilelim. Daha sandık başına gidip bir işçi gibi oy kullanmayı bile öğrenemedik be. Sözüm ona aklımız var ama neye yetiyor? “Kader” demeye, “kısmet” demeye, “alın yazısı” demeye”
İşçi güvenliği için gerekli önlemlerin alınmadığı, sendikanın patronun yanında durduğu bir madende çalışan işçilerin hak mücadelesinin hikâyesi.
Senaryosunu (Mahmut Tali Öngören’in de katkı sağladığı söyleniyor) ve yönetmenliğini Yavuz Özkan’ın üstlendiği, 1978’deki 15. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film, Erkek Oyuncu (Tarık Akan), Kadın Oyuncu (Hale Soygazi) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Meral Orhonsay) dallarında ödül alan film sinemamızda işçi hakları denince akla ilk gelen yapıtlardan biri. Festivalde Atıf Yılmaz’ın bugün sinemamızın klasiklerinden biri olarak kabul edilen “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı filmini de geçerek birinci olan çalışma Özkan’ın kendi maden işçisi geçmişinin de katkısı ile sinemamızda pek görmediğimiz türden bir gerçekçilik duygusu yaratmaya çalışan, tüm ülkenin hayli sert bir politik ortama sahip olduğu o yıllarda bu politik atmosferi tamamen yansıtan ve aynı nedenle zaman zaman mesaj kaygısına da kapılan bir çalışma. Ödül alan üç oyuncuya yine başrolde Cüneyt Arkın’a da yer vererek sinemamızda o dönemlerde oldukça nadir olan “rakip yıldızlar”ı bir araya getirmiş olması ile de dikkat çeken filmin hikâyesinin günümüz Türkiye’sinde de aynı şekilde anlatılabilecek olması kadar, artık bu hikâyelerin çekilm(e)memesinin de acı bir durumun yüzümüze çarpmasına neden olacağı gerçeği nedeni ile de görülmesi gerekiyor bu klasiğin.
Tarık Akan ile Cüneyt Arkın’ı içeriği bu denli doğrudan politik olan filmde bir araya getirebilmesi önemli yanlarından biri bu çalışmanın. Sinemamızın yakışıklı jönü olarak kullanılmaktan sıkılan Akan’ın özel gayretlerinin önemli bir payı olduğu bu durum, oyuncunun kendisi için de kariyerinde bir dönüm noktası olmuştu. Akan yaratılmasında kendisinin de önemli bir payı olan bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor ve maden işçisi Nurettin rolünde çok başarılı bir performans ortaya koyuyor. Hale Soygazi de panayır şarkıcısı ve halkacı kız rolünde işini kesinlikle iyi yapıyor ama açıkçası o yıl festivalde olan Türkan Şoray’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’daki oyunculuğunun önüne geçen bir performansı olduğu tartışmalı bir parça. Bu durum muhtemelen jüride sol siyasete yakın isimlerin (Genco Erkal, Onat Kutlar, Şanar Yurdatapan, Vecdi Sayar, Tan Oral gibi) olması ile açıklanabilir ve onun gibi bir diğer ödüllü isim Meral Orhonsay da senaryo kendisine yeterince güçlü sahneler vermese de işini iyi yaparak filme katkı sağlıyor. Cüneyt Arkın ise gayriresmi işçi lideri İlyas rolünde o dönemde bolca çektiği filmlerdeki karakterlerine ödünç verdiği mimiklerinden sıyrılabildiği anlarda etkileyici ama o klişe mimiklere sık sık teslim de olduğu bir performans gösteriyor. Sonuç olarak Akan’ın Nurettin karakteri oldukça gerçekçi ve doğal görünürken, İlyas karakteri diyaloglarındaki mesajlı cümlelerin de olumsuz katkısı ile bir parça yapay duruyor zaman zaman.
Açılış ve kapanış görüntülerinde kendi politik duruşuna da uygun olan, umut ve dayanışma dolu anlar getiriyor karşımıza Yavuz Özkan. Karanlık bir tünelde yürüyen, başlarındaki lambalı madenci kaskları ve gittikçe yükselen ayak sesleri ile birlikte hareket etmenin gücünü hatırlatan işçileri görüyoruz açılışta; kapanışta ise bu kez maden ocağının dışında kol kola girerek yürüyen işçileri gösteriyor bize yönetmen. 12 Eylül darbesinin ve ardından gelen Özal iktidarının yok etmek istediği tam da buydu: Politik bilinç, mücadele ve dayanışma ruhu. Bunun yerine en radikalinden bir bireyselliği ve “başa gelenler”e razı gelinmesine ikna edecek bir kaderci anlayışı koymaktı bu rejimlerin hedefi. İşçilerin içindeki en ve baştaki belki de tek politik bilince sahip karakter olan İlyas’ın bir göçük sonucu gerçekleşen ölümleri kader olarak niteleyen arkadaşlarına verdiği cevaptı bu rejimlerin istediği: “Bunun neresi alın yazısı? Bu, bal gibi patron yazısı!”. Tespit edilebilen sayılara göre 2018’de 1.923, 2019’da ise 1.736 işçinin “kaza”larda hayatını kaybettiği ülkenin bu gerçeğini normal göstermek son yıllarda gittikçe dozu artan bir şekilde iktidarların hep başvurduğu bir yöntem oldu Türkiye’de. İşçi arkadaşlarını bilinçleştirmeye çalışan ve birlikte mücadele etmeye çağıran İlyas’ın mücadelesi sadece bu kaderci anlayışa karşı değil; işverene, her zaman onların yanında yer tutan devlet organlarına ve milliyetçi söylemlerle işçileri oyalayan sarı sendikaya karşı da savaşıyor İlyas. Oysa çok zor bir mücadeledir bu ve Özkan’ın hikâyesi temel olarak bu zorluğun farkında olan ve altını çizen bir anlayışa sahip olarak gerçekçi davranıyor. Finalinde ise bir mutlu sonu değilse bile, mutlu sona götürecek yolu işaret ediyor 1970’lerin politik atmosferine uygun olarak. Buna karşılık, İlyas’ın kendisine gelen ve bir kadının yazdığı mektubu okuduğu sahne oldukça eğreti duruyor ve inandırıcılığı zedeliyor politik saptama ve mesaj verme kaygısı ile. Kadının kimliği, abi diye hitap ettiği İlyas ile ilişkisi vs. hakkında herhangi bir bilgi vermiyor film ama öldürülen devrimcilerden, emperyalizmden söz eden; devrimci güçler arasındaki ayrılıklardan şikâyet eden kadının bir politik bildiri havasındaki cümleleri hayli zorlama duruyor hikâyenin içinde. Mektubu bitiren cümlelerin de (“Size güveniyoruz, abi, size. İşçilere güveniyoruz”) desteklediği bu mesaj verme gayreti sinema bakışı açısından doğru olmamış elbette.
Temel olarak bir romantizm ve / veya aşk unsuru olarak filme eklenmiş görünse de, çadır tiyatrosu karakterlerini sömürünün bir başka türünü (cinsel olanını) anlatmak için kullanıyor Yavuz Özkan. Hale Soygazi’nin sessiz karakterinin içindeki isyanı başarı ile canlandırdığı şarkıcı ve halkacı kadın karakteri Nurettin’in İlyas aracılığı ile eriştiği politik bilince ek bir boyuta erişmesini sağlıyor. Böylece Özkan hikâyesini işçi sınıfının sömürülmesi üzerine kursa da, genel olarak bir düzen eleştirisine de adım atmış oluyor ve iktidarların cinselliği de toplumu yönetmenin araçlarından biri olarak kullandığını hatırlatıyor. Nurettin ile kadın arasındaki sonuçsuz ilişki hemen tüm boyutları ile oldukça iyi işlenmiş ama iki karakter arasındaki “bağrışma” sahnesi çok abartılı ve hiç yakışmamış senaryoya. Oldukça kaba bu sahnenin yanısıra sendikacının (Üzerine Türk bayrağı serilmiş bir masanın önünde konuşuyor bu sarı sendikacı ve aynı numaraya bugün de başvuranları hatırlatıyor acı bir şekilde) Yeşilçam’ın kötü karakterleri karikatürize etme alışkanlığına bağlı kalınarak oluşturulması da yanlış olmuş. Oysa Nurettin gibi çok doğal bir karakter yaratan ve onu canlandıran Akan’ın müthiş sade performansı ile bu karakteri elle tutulur kılan senaryonun sendikacıyı da daha doğal çizebilmesi gerekirdi. Son olarak Nurettin’in evini beyaza boyama sahnesinin de anlamını seyirciye geçiremeyen, abartılı bir bölüm olduğunu belirtelim.
Özkan’ın yönetmen olarak iki önemli başarısı var burada: Maden ocakları içindeki çekimler dört dörtlük denecek bir gerçeklik içeriyor ve doğal ışık(sızlık) kullanılarak mekânın karanlığına müdahale edilmiyor olması gerektiği gibi. İzzet Akay’ın gerek bu sahnelerde gerekse Tavşanlı’da yapılan çekimlerde yöre halkının ve gerçek madencilerin kullanıldığı anlarda kalabalıkların görüntülenmesindeki başarısı da takdiri hak eden bir düzeyde. Özkan’ın bu kalabalık sahnelerde bir yönetmen olarak gösterdiği performans da benzer bir düzeyde ve filmi Yeşilçam’da pek görülmeyen türden bir kitle hikâyesi yapıyor çarpıcı bir şekilde. Hayli iyi çekilmiş kaza sahnesi bile tek başına Özkan’ın başarısı için yeterli bir gösterge olmuş. Nurettin karakterinin, yaşadığı bir tereddüt ânındaki ikilemini farklı müzik kullanımları ile desteklemek gibi oyunları da iyi kullanmış yönetmen ve ortaya sinemamız açısından mutlu olunacak bir sonuç çıkarmış.
Tarık Akan ve Cüneyt Arkın bu filmden sonra ik kez daha bir araya gelmişler; her ikisini de Halit Refiğ’in yönettiği Alev Alev (1984) ve Paramparça (1985) adlı bu filmlerin kalitesi veya Özkan’ın 1980 sonrasındaki filmlerin hikâyelerinin önce rejimin, sonra da piyasa koşullarının gereği olarak politik olandan uzaklaşmasını düşününce “Maden”in neden sinemamızın en önemli çalışmalarından biri olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Antalya’da sansür nedeni ile gösterime girememe durumu olan, ancak son anda bu engeli aşabilen film vizyona çıktığında ise Özkan sansürsüz kopyasını -bugün yok edilmiş olan- Emek sinemasında gösterime sokmuş ve ceza almıştı. Sendikaların maddi ve operasyonel yardımları ile çekilen ve maden işçilerinin dünyasına içeriden bakabilen bu film örneğin 2014’te Soma’da 301 madencinin ölmesinin de bir yeni kanıtı olduğu gibi, yaşadığımız “her şey sınıfsaldır” söylemini unutmamamızı sağlayacak ve kesinlikle ilgiyi hak eden bir yapıt.