“Bütün Avrupa bir olsanız, vuramazsınız Türkleri. Altı tanesi seni ve köpeklerini paramparça ettiler; çünkü onların imanı seni boğar”
Toronto Prensi Arnold’un Sırp Prensesi Elza ile evlenerek Sırp Krallığı ile Osmanlıların arasını bozma planına karşı mücadele eden Malkoçoğlu ve arkadaşlarının hikâyesi.
Yeşilçam’ın yedi ayrı macerasını beyazperdeye taşıdığı Malkoçoğlu’nun bu altıncı filmininin senaristliğini ve yönetmenliğini Remzi Jöntürk üstlenmiş. Jenerikte adı geçmese de Süreyya Duru’nun da yönetmen olarak katkı sağladığı filmde kahramanımızı Cüneyt Arkın altıncı ve son kez canlandırırken (serinin son filminde bu rolü Serdar Gökhan devralmış ondan), Prenses Elza rolünde ise İranlı oyuncu Leyla Selimi yer alıyor ve filme erotizm katan isim oluyor. Yeşilçam’ın tarihî aksiyonlarının belli başlı örneklerinden biri olan çalışma, bu filmlerin tüm özelliklerini ve kusurlarını bünyesinde taşırken, diğerlerinden farklılaştığı nokta ağırlıklı olarak nerede ise gerçek zamanlı bir kaçma ve kovalama hikâyesi anlatması bize. Sadece meraklılarının değil, Yeşilçam’ın absürt örnekleri ile eğlenmeye düşkün olanlarının da keyif alacağı bir film bu ama hikâyesi ile günümüz Türk toplumundaki -üstelik altı da yüzeysel cümlelerle doldurulmuş- milliyetçi/dinci damarın kaynaklarından biri olarak eleştirilmesi de gerekiyor.
İktidarın başının sıkıştığının veya en azından dikkatleri bir takım problemlerden uzaklaştırmak istediğinin en şaşmaz göstergelerinden biri, ülkedeki milliyetçi damarları besleyecek söylemlere girmesi olsa gerek. Ülkemizde de hem bu nedenlerle hem de hedeflenen bir rejimi oturtmak çabası ile bu söylemlerin dozu (bol bol dinsel ifadelerle de desteklenerek) gün geçtikçe yükselirken, sinema ve televizyonda da bu söylemlerin karşılığı olan dizi ve filmlerin sayısı artıyor sürekli olarak. Bu söylemlerin peşine düşen geniş kitlelerin -çoğunlukla iktidarın yarattığı veya en azından işaret edip durduğu- “iç ve dış düşmanlar”a bakışının izlerinin sinemadaki karşılıklarından biri de işte bu film olsa gerek. Cesareti, kahramanlığı, imanı, vatanseverliği ve -elbette- yakışıklılığı (ve “gâvur” prenseslerinin karşı koyamadığı cinsel cazibesi) ile Malkoçoğlu ve maceralarının bir parça şekil değiştirerek ama karakteristik özelliklerinden hiçbir değişikliğe gidilmeden bugünün zihniyetinin temsilcisi olabilmeleri acı ve çarpıcı bir durum olsa gerek.
Kuşkusuz tüm tarihî gerçekler bir yana itilerek yazılmış olan senaryoda Fatih’in temsilcileri Sırp Kralı’na kızını Toronto Prensi ile evlendirmemesini, prensin niyetinin bu evliliği ve ona eşlik edecek drahomayı kötü niyetleri için kullanmak olduğunu söylerler. Sırp Kralı da bu uyarıyı dikkate alacağını söyler (bu tür filmlerde genellikle “hain düşman” olarak resmedilen Sırplar için çizilen bu olumlu (en azından düşmanca olmayan) görüntü hikâyenin ilginç yanlarından biri) ama Arnold hem kralı ortadan kaldıracak hem de diğer hedeflerine ulaşmasını sağlayacak bir plan hazırlar. Neyse ki Malkoçoğlu (ve arkadaşları) duruma müdahale ederler ve ortaya saf bir aksiyon filmi olarak tanımlayabileceğimiz bu macera çıkar. Saf bir aksiyon diyorum; çünkü filmin çok büyük bir kısmı kaçma, kovalama ve çatışma/çarpışma sahnelerinden oluşuyor. İranlı oyuncu Leyla Selimi’nin aracı olduğu erotizm (sudan çıplak çıkma sahnesi ve onu dönen bir tekerleğe bağlayarak atılan bıçak ve baltalar başta olmak üzere) ve “evinden uzaktaki yiğitler” sahnesi dışında oyuncular at biniyor, vuruyor, vuruluyor, kaçıyor, kovalıyor vs. sürekli olarak. Yeşilçam ortalaması dikkate alınırsa vasatı tutturan ve zaman zaman da geçen bir kalitesi var bu aksiyon sahnelerinin ve Cüneyt Arkın’ın fiziksel performansı bu tür filmlerinde hep olduğu gibi hayli etkileyici. Atlıyor, zıplıyor, tırmanıyor ve hatta koşmakta olan iki at ile hayli tehlikeli bir akrobasi gösterisinde de bulunuyor ve sinemamızın bu konudaki en cesur ve başarılı ismi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Senaryo açıkçası Cüneyt Arkın’a bu fiziksel gösterisi dışında bir oyun sunma şansı da vermiyor pek. Prensesin denizde yüzdüğü ve çıplak bir şekilde sudan çıktığı sahnede “Türkün namus ve ahlâkı”nın kanıtı olarak gözlerini kadından uzaklaştırıp hüzünlü bir şekilde ufka bakmak dışında üzerinde düşünülmüş bir sahne yok oyuncuya bir performans fırsatı tanıyan.
Jöntürk’ün senaryosu Malkoçoğlu üzerinden elbette bol bol övgü düzüyor Türklere. Yukarıdaki namus gösterisine, Malkoçoğlu’nun kendisine “Hiç bırakma beni, ne olur Malkoçoğlu, hiç! Bir an bile sensiz olmak istemiyorum. İnanıyor musun bana?” diye yalvaran kadına adeta “seks çağrısının zamansızlığı”nı ima edercesine “Yoldayız, anla beni” demesindeki “fedakârlığı”da eklemeliyiz örneğin. Bazıları dakikalarca süren kılıçlı, oklu ve bıçaklı savaş sahnelerinde Malkoçoğlu ve arkadaşlarının cesaretleri ve becerileri; başta kendisinden nefret eden prensesin hikâyenin “doğal” gelişimi içinde Malkoçoğlu’na aşık olup, nerede ise seks için yalvarmasının örneği olduğu cinsel cazibe ve yakışıklılığı; kendisi de bir Türke aşık olan yardımcısının prensese söylediği “Bunlar şerefli, yiğit Türk akıncıları, prensesim” gibi sözler; bu yardımcıya aşık olan ama padişahın kendisine verdiği görev uğruna bu aşkını feda eden Polat karakteri; Malkoçoğlu’nun uğruna “ser verip, sır vermeyen” adamları veya -herhalde dünya barışı ve adeleti için- Sırp Krallığı’nı yok etmek yerine, çocuk yaştaki Sırp Prensi’ni tahta geçiren Türkler gibi örneklerle idealize edilmiş bir Türk devleti ve tebaası pek çok sahnede karşımıza çıkıyor.
Hikâyenin absürtlüklerini de atlamamalı: Kartondan yapıldığı belli olan dekorlar; yabancı filmlerden çalınmış ve spagetti western havalı müzikler; etrafta sadece iki kadın olduğu ve o kadınlardan birinin de yolda kalan arabayı ittiği sahnede “kadınlarla uğraşacak vaktimiz yok” cümlesinin söylenmesi; prensesin bir önceki sahnede “tanrı” derken ortadan kaybolan küçük kardeşine kavuşunca “Allahım” demesi (ya bilinçsiz bir hata bu ya da “gâvur ahlâksızlığından ahlâklı olmaya geçişin işareti olarak kullanılmış), parmağında yara bandı olan bir savaşçı; Samsa adlı savaşçı ile küçük Sırp Prensi’nin birbirleri ile hiç temas kurmadan ve hatta göz göze bile gelmeden bir oyun planlayabilmeleri ve elbette bugün artık bir kült olarak kabul edilen hata: Devam eden bir çatışma sırasında görüntünün kenarında beliriveren bir otomobil. Özetle bu tür ögelerle eğlenenler için bolca malzeme var filmde ama şunu da söylemek gerek: Yeşilçam’ın imkânları içinde yine de elden gelenin yapıldığı açık ve örneğin bir sahnede kameranın karakterlerin suya yansıyan görüntülerinden kayarak oyunculara geçiş yapması gibi bir “çaba”nın izini taşıyan örneklere de sahip bir film bu.
Remzi Jöntürk’ün senaryosu Malkoçoğlu’nun yanısıra adamlarına da -en azından tüm o dur durak bilmeyen aksiyonun içinde- bir yer ayırması ile dikkat çekiyor. Gökçe, elinde sürekli olarak gülle atan bazuka gibi bir silah taşıyan Samsa (“Avrupa’da ancak yüz yıl sonra icat edilecek bu silah” diyor Samsa), Polat ve İlbey ile Zorbey kardeşler nefes almayan hikâyenin elverdiği ölçüde (ve açıkçası hikâyenin bu kısıtına rağmen dolu bir şekilde) getiriliyorlar karşımıza. Hızlı (ve zaman zaman da yoran) temposunun nadiren soluk aldığı deniz kıyısındaki türkü sahnesinin melankolik havası (“Yiğit olan sevdasından ağlamaz / Kavgası yok, sefası çok gurbetin”) gibi çekici bölümleri de olan bir Malkoçoğlu filmi bu ve ne beklerseniz onu bulacağınız ve aksiyonun dur durak bilmemesi gibi ekstraları da olan bir çalışma özet olarak. Filmin kötü adamı olan prensin ülkesi Toronto’nun neresi olduğu (Kanada olmasa gerek) ise herhalde ancak Jöntürk’ün bildiği bir sır olarak kalacak!