“Şans mı? İnsan şansını kendi yaratır. Şanssız bir adam bunu hak etmiştir; sadece bir aptaldır, hatta sadece bir aptal bile değil. Şans tembelliğin, cesaret ve metanet yoksunluğunun mazeretidir”
Soygun yapacaklarını düşündüğü bir grup adamın planlarını öğrenmek için tehlikeli oyunlara girişen bir dedektifin hikâyesi.
Claude Néron’un aynı adı romanından uyarlanan senaryosunu Néron, Claude Sautet ve Jean-Loup Dabadie’nin yazdığı, yönetmenliğini Sautet’nin üstlendiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Néron‘un Sautet ile yaptığı ve her biri parlak sonuçlar veren toplam dört iş birliğinin ilki olan bu çalışma 1970’lerin havasını karşımıza getiren bir Fransız polisiyesi. Bu türün özellikle 1960 ve 70’li yıllardaki parlak örneklerinden biri olan çalışma hemen tüm karakterlerine özenle yaklaşan ve hak ettikleri değeri veren, heyecan ve gerilimi hem biçimsel açıdan hem içeriği ile yaratmayı başaran ve oyuncularının başarısı ile de önemli olan bir film. Türün başyapıtlarından biri değil belki ama kesinlikle ilginç ve farklı bir film bu.
“Max sıradan bir polis değildi” cümlesi ile başlıyor film. Amirinin bir başka polise söylediği ve onun açıklaması gereken bir sorun yarattığını anladığımız bu sözlerden sonra dedektif Max’i ilk kez, polisin önceden bilgisinin olmasına rağmen -ve muhbirin yanlış yönlendirmesi yüzünden- engelleyemediği bir soygunun sonrasında bankada görüyoruz. Aynı ay içindeki dördüncü soygundur bu ve Max çok öfkelidir. Öfkesinin temel nedenleri ise daha önce yakalama olanağı bulunduğu ama bu durumda sadece araba çalmaktan yargılanacak olan çeteyi suçüstü yakalamayı planlaması ile soyguna girişmelerini bekleme kararı almış olmasıdır ve ekip arkadaşlarının da bu başarısızlığı nedeni ile kendisi ile dalga geçmesidir. Daha sonra öğreneceğimiz bir nedenle somut deliller peşindedir her zaman Max. Film dedektifin bu banka soygununu yapanların peşine düşerken yaptığı tehlikeli ve tartışmalı planını anlatıyor bize sonuç olarak. Başlardaki tesadüf (askerlik arkadaşı) bir parça zorlama gibi görünebilir ve iki baş karakterin (dedektif ile peşine düştüğü çetenin parçası (“kraliçe”si) olan kadının davranışları fazlası ile Fransız görünebilir ama aslında tam da bu ikincisi filmi farklı ve ilgiye layık kılan. Söz konusu iki baş karakteri canlandıran iki büyük yıldız, Michel Piccoli ve Romy Schnedier’ın etkileyici ve sağlam performansları hikâyenin özellikle Amerikan filmlerinden farklı olan havasının gerçekçi olmasını sağlıyor ve filme şıklık, zarafet ve doğallık getiriyor.
Bir polisiye değil sadece seyrettiğimiz; Sautet aynı zamanda bir tutku ve aşk hikâyesi anlatıyor ve bu yavaş yavaş geliştirdiği temayı hikâyenin suç ögesinin ayrılmaz ve hatta yaratıcı parçası yapıyor. Aşktan ve ihtirastan pek de söz etmeden bunları hikâyenin bu denli önemli bir parçası kılabilmek ve tanık olduğumuz trajik finalin de nedeni yapabilmek senaryonun ve yönetmenin önemli başarılarından biri. Claude Sautet sık sık başvurduğu yakın plan çekimleri ile tüm karakterleri bize fiziksel açıdan da yakınlaştırırken, oyuncuların bu çekimlerdeki sade ama güçlü performansları bu yakınlığın ek bir güç yaratmasını sağlıyor. Senaryonun sadece iki ana karakteri değil, -çetenin elemanlarının tek tek tanıtıldığı bölümün önemli bir örneği olduğu üzere- diğer tüm karakterleri de hikâyeleri ile karşımıza getirmesi önemli bir başarı. Bunu yaparken dönemin ruhuna uygun olarak politik göndermelerden de geri durmayan bir senaryo bu. Bir kafeye “insanları dönüştürmek” için giden ama kendisi onların bir parçası olan öğrenciden zenginlik üzerinden değinilen sınıf ayrımına film gerçek bir Fransız polisiyesine yakışanı yapıyor.
Tüm sakin dili ile oldukça güçlü bir karakter analizi yapıyor film. Dedektifimizin sürpriz geçmişi, onu yanlış ve tehlikeli planı yapmaya iten unsurları ve planın yürütülmesi boyunca tüm hissettikleri (hırs, tereddüt, gerilim, pişmanlık, tutku vs.) bir “iyi ve başarılı” dedektif tiplemesinden uzak çizilen bu karakteri anlamamızı sağlıyor. Benzer şekilde, hayat kadınlığı yapan ve trajik bir geçmişi olan kadının çetenin “kraliçe”si olarak neden içinde bulunduğu hayattan mutlu olduğunu da çok iyi anlamamızı sağlıyor senaryo. Dürüst bir yaklaşımı olmayan bir filmde kadının gerçekçi görünmeyecek davranışları burada tam tersine çok anlaşılır görünüyor ve bu da filmin doğal havasının ve bir ticarî filmin steril atmosferinden uzak görünümünün oluşmasına olanak veriyor. Her iki karakterin de tutkuları ve vicdanları arasında kalmalarını altını çizmeden gösteren film ek bir vurguya gerek duymadan yapmayı başarıyor bunu.
Hikâyenin önemli yanlarından biri de suçlu olduğu düşünülen kişiyi suça teşvik ederek yakalamanın etik olup olmadığını düşündürtmesi. ABD’de FBI’ın şüphelendiği örgütlerin içine sızan elemanları aracılığı ile örgüt üyelerini bir suç eylemini planlamaya teşvik etmesi ve suçun işlenebilmesi için gerekli koşulları hazırlaması gibi uygulamaları olduğu biliniyor ve şiddetle eleştirilen bir durum bu. Hikâyemizde de benzer bir durum var ve âdil davranması gereken bir gücün bu duyguyu yitirdiğinde nelere yol açabileceğini izliyoruz. Tüm karakterlerinin sahiciliği ile onların akıbetleri hakkında meraklanmanızı sağlayan filmde Piccoli ve Schneider’ın doğal ve güçlü oyunculuklarına Bernard Fresson (çetenin lideri Abel) ve François Périer de (komiser) başarı ile eşlik ediyor ve ortaya seyri hayli keyifli, kelimenin tüm olumlu anlamı ile “eski” türden bir sonuç çıkıyor. Sinemaya en ilginç dedektiflerden ve aynı ilginçlikteki hayat kadınlarından birini armağan eden ve biçimsel oyunları ile değil; içeriği, dürüstlüğü ve sahiciliği ile önem kazanan ve bir suç filmi olmasına rağman şıklık ve zarafetten de uzak kalmayan bu Fransız polisiyesini görmeli.
(“Max and the Junkmen” – “Zafer Yolu”)