“Birbirimizi seviyoruz. Tek istediğimiz birlikte olmak. Bunun nesi yanlış?”
Birlikte kaçan iki çocuk âşık ve peşlerine düşen yetişkinlerin ve diğer çocukların hikâyesi.
Senaryosunu Wes Anderson ve Roman Coppola’nın yazdığı ve Anderson’ın yönettiği bir ABD yapımı. Bugünlerde yönetmen olarak onuncu uzun metrajlı filmini çekmekte olan Anderson’ın kariyerindeki bu yedinci filmi tam da ondan beklendiği gibi renkli, dinamik, farklı ve eğlenceli bir çalışma. Bir adada yaşayan on iki yaşlarındaki iki âşığın birlikte yaşamak için kaçtıkları ve tümü mutsuz olan yetişkinlerin de peşlerine düştükleri bu film bekleneceği gibi eğlendirirken; fanteziye göz kırpan içeriği, Anderson’a özgü sinema dili ve kırık ve hüzünlü de olan hikâyesi ile çekici bir eser. Buna karşılık filmin Anderson’ın eserleri arasında en önde gelenlerden biri olmadığını ve yönetmenine has karakteristikleri taşımakla birlikte bunların dozunun her zaman yeterli görünmediğini ve hikâyenin kahramanlarının yaşlarının (onları canlandıran oyuncular da karakterlerinden bir yaş büyük sadece) bazı diyaloglar ve imalar göz önüne alındığında kesinlikle bir rahatsız edicilik içerdiğini de söylemek gerekiyor.
Baş karakterleri iki çocuk olan ama yetişkinler için anlatılan bir masal demek mümkün sanırım bu filme ama senaristler Coppola ve Anderson hikâyelerini temel olarak yetişkinleri düşünerek yazmış olsalar da birkaç sahneyi ve belli diyalogları çıkararak, seyrettiğimizi çocuklar için bir masal olarak nitelendirmek de pek yanlış olmaz açıkçası. Senaryoyu yazan ikilinin kendi kişisel çocukluk anılarından ve hikâyelerinden de esinlendiği bir filmin bu özellikleri taşıması anlaşılabilir bir durum elbette; ne var ki burada Anderson bize olması gerektiği kadar “yetişkin” bir hikâye anlatmadığı gibi çocuklar için de uygun olmayan içerikleri var filmin. Dolayısı ile filmi iki arada bir derede kalmış bir yapıt olarak nitelemekte pek bir sakınca yok. Ne var ki bu durumda da öpüşme sahnelerinden bunların birindeki diyaloglara kadar çocuklar için çok uygunsuz olduğu gibi, büyükler için de “çocukların suistimali”nin kıyısına kadar yanaşan bir eser çıkmış ortaya. Bir edepsizlik değil, ama bir uygunsuzluk kesinlikle var bu hikâyede.
Wes Anderson hikâyeyi yazarken hayranı olduğu bir filmden de (Waris Hussein’in 1971 yapımı filmi “Melody”) esinlendiğini ve hatta kendi fiminin onun bir yeniden yapımı olduğunu söylemiş. Gerçekten de hikâyeleri epey benzerlik taşıyor bu iki filmin. Anderson ve Coppola tesadüfen tanışan, yazışmaya başlayan ve bir yıl sonra da evlerinden kaçarak birlikte yaşamaya karar veren iki çocuğun hikâyesini anlatıyorlar bize temel olarak ve bunu yaparken de onların tümü mutsuz hayatlar sürüyor görünen yetişkinlerin (“Umarım çatı uçar gider, ben de uzaya fırlarım. Bensiz daha mutlu olursun”) dünyalarının parçası olmak yerine, sadece kendilerine ait farklı bir hayat kurma arzularının arkasında duruyorlar çoğunlukla. Hiç gerçek arkadaşı olmayan, öfkelendiğinde sert ve tehlikeli hareketlerde bulunan kız ile izci arkadaşlarının hiçbiri tarafından sevilmeyen ve tuhaf bulunan oğlan ile onları bulmak için peşlerine düşenlerin bu 94 dakikalık macerasını da kendisine özel sinema dili ile anlatıyor bize Anderson.
Kelimenin her iki anlamı ile de renkli, dinamik ve eğlenceli bir film bu. Evet, tüm bu sıfatları hak ediyor film bu alanlarda ama bir Anderson filminden bekleneceği kadar, örneğin bir sonraki uzun metrajlı filmi “The Grand Budapest Hotel – Büyük Budapeşte Oteli” kadar güçlü değil ve bu bağlamda da beklentinin altında kalıyor bir bakıma. Karakterleri yine ilginç, kamera ve renk kullanımı yine başarılı, örneğin Tim Burton’ınkinin aksine fanteziyi abartmayan ve hikâyenin o fantezinin gerçekdışılığı altında ezilmesine izin vermeyen sinema dili ile önemli ve başarılı bir film sonuç olarak bu film ama Anderson’dan bundan çok daha iyisini gördüğünüz için bir parça hayal kırıklığı da yaratabiliyor.
Tüm set ve kostüm tasarımlarının kesinlikle çok başarılı olduğu, görüntünün her bir karesinin ve o kare içindeki her bir objenin biçim, anlam ve konumunun Anderson’a özgü simetriyi de koruyarak karşımıza çıktığı filmde müzik de çok etkileyici bir biçimde kullanılmış. Açılıştan kapanış jeneriğinin sonuna kadar müzik varlığını sürekli hissetiriyor filmde ve Britten, Mozart, Saint-Saëns, Franz Schubert ve Purcell gibi klasik müzikçilerin eserlerinden Hank Williams ve Françoise Hardy gibi popüler müzisyenlerin şarkılarına uzanan geniş bir alana yayılan bu eserler kullanıldıkları her sahneyi zenginleştirirken hikâye ile de hayli uyumlu görünüyorlar. Orijinal müzikleri hazırlayan Alexandre Desplat da hayli başarılı bir iş çıkarmış ve filmin atmosferine önemli bir katkı sağlamış Anderson’ın kurduğu dünyaya uyumlu melodileri ile. Bu arada, kapanış jeneriğinin de izlenmesi gerektiğini söylemekte yarar var: İngiliz besteci Britten’ın “Young Person’s Guide” adlı eserine selam gönderiliyor burada ve Desplat’ın bestesi “yeniden oluşturulurken” icraya katılan her bir müzik aleti bir çocuk sesi tarafından tanıtılıyor ve anlatılıyor seyirciye.
İki başrol oyuncusunun (Jared Gilman ve Kara Hayward) ilk sinema deneyimlerinde aksamadığı ve zor rollerinin hakkından geldiği filmin hayli zengin bir yardımcı kadrosu var: Edward Norton, Bruce Willis, Frances McDormand, Bill Murray, Tilda Swinton, Harvey Keitel, Bob Balaban ve Jason Schwartzman gibi isimler rollerini canlandırırken kendilerinin de eğlendiğini gösteren güçlü performansları ile karakterlerini eğlenceli ve ilginç kılmayı başarıyorlar ve sağlam bir oyuncunun tuhaf bir karakteri tuhaflaşmadan nasıl canlandırabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar. Anderson ile sık sık birlikte çalışan görüntü yönetmeni Robert D. Yeoman da takdiri hak eden bir görsel zenginlik sağlamış filme ve filmin hem masalsı hem gerçekçi görünmesini sağladığı gibi, görüntülerin güzelliğinin de bir kartpostal olmanın ötesine geçip hikâyenin uyumlu bir parçası olmasını sağlamış.
“Sorunlu Çocukla Başa Çıkma” kitabı, ev içinde el hoparlörü ile iletişim, izci kampları ve izciler, deniz kenarında Françoise Hardy’nin “Le Temps de l’Amour” şarkısı eşliğinde yapılan dans, kamera kaydırmaları veya telefon konuşmalarında ekranı ikiye bölme gibi “eski usul” oyunlar ve çeşitli göndermeleri (1965’te geçen hikâyedeki bu modern “Bonnie ve Clyde” ikilisinden kızı canlandıran Kara Hayward’ın tıpkı bu ikiliyi anlatan Arthur Penn filmindeki Faye Dunaway gibi başında bir bere ile gezmesi örneğin) ile de ilginç bir çalışma olan film -elbette tüm Anderson filmleri gibi- görülmeyi kesinlikle hak eden bir eser. Bir başyapıt değil ve belki çok da güçlü değil ama yine de önemli ve eğlenceli bir çalışma ve hayatımızın hâlâ ve belki de son kez sorumsuz takılabildiğimiz yaz günlerinden bir esinti getiren fantastik bir film bu.
(“Yükselen Ay Krallığı”)