“Seninle aynı adı taşıyan bir Yahudi var, öyle mi? Kaçıp gitti, seni de sorunuyla yalnız bıraktı demek”
Nazi işgali altındaki Paris’te zor duruma düşenlerin değerli eşyalarını ucuz fiyata alan ve lüks bir hayat yaşayan bir adamın kendisinin kimliğini kullanan bir Yahudi nedeniyle başının derde girmesinin hikâyesi.
Senaryosunu Franco Solinas ve Fernando Morandi’nin yazdığı (ve jenerikte adı geçmese de Costa Gavras’ın da senaryoya katkı sağladığı) ve Joseph Losey’in yönettiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Yapımcılığı da üstlenen Alain Delon’un başrolde yer aldığı film Kafkavari bir hikâye anlatan, solcuların ve komünistlerin peşine düşen anti-Amerikan faaliyetleri soruşturma komitesinin yarattığı atmosfer nedeni ile Hollywood’da işsiz kalarak Avrupa’ya sürgüne gitmek zorunda kalan Losey’in yaşadıkları ile de ilişkilendirilebilecek ve o yıllarda Avrupa’da yaşayan bir yahudi olmanın zorluklarından çok daha fazla şey anlatan önemli bir çalışma. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan, César ödüllerinde En İyi Film ve Yönetmen ödülerini kazanan film sinemanın ilgiyi hak eden klasiklerinden biri ve etkileyici finali ile de kendisine hayran bırakıyor izleyeni.
Film bir “ırk tespiti” sahnesi ile açılıyor: Soğuk bir ifade ile konuşan bir doktorun çıplak bir kadının önce dişlerini, sonra yüz yapısını, saçını, vücut yapısını ve yürüyüşünü kontrol ederek ırkını saptamaya çalışmasını anlatıyor bu sahne (“Morfolojik ve davranışsal veriye dayanarak, muayene edilen kişinin Sámi ırkına mensup olabileceğini belirtiyorum. Ataları Yahudi de olabilir, Ermeni yahut Arap da… Vaka şimdilik şüpheli olarak görülmeli” cümleleri ile sonlandırıyor raporunu doktor). Kadın endişelidir, sonuç polise iletilecektir ve aynı muayeneden ayrılan kocası ile birlikte korku dolu yüzlerle çıkarlar ırk incelemesinin yapıldığı binadan. Kendilerini aşağılayan bu muayene için para ödemek zorundadır insanlar. 1942 yılının Ocak ayındayız; Paris Nazi işgali altındadır ve sadece 5 ay sonra, Fransa tarihinde “Rafle du Vélodrome d’Hiver” olarak bilinen olayda 13,152 yahudi Almanların emri üzerine Fransız polisi tarafından toplanarak Auschwitz Toplama Kampı’na gönderilecektir. Yahudi olmanın çok tehlikeli olduğu böyle bir dönemde pek de etik ilkeleri olmayan bir adamın (zor duruma düşen yahudilerin satmak zorunda kaldıkları eserleri ucuza kapatarak lüks bir hayat sürmektedir Paris’te) etrafında olan bitene ve çekilen acılara hiç aldırmazken birden kendisini tehlike içinde bulmasını izliyoruz hikâye boyunca. Hiç tanımadığı ve kendisine çok benzeyen birisi bu adamın adını kullanarak yaşamaktadır ve bu nedenle polis kendisinin Yahudi olduğundan kuşkulanmaya başlamıştır. Hikâye Delon’un canlandırdığı kahramanının kendisinin kimliğini kullanan adamın peşine düşmesini ve önce kimliğini temize çıkarma çabası olarak başlayan arayışın zamanla amacının dışına çıkarak başka bir yola, bir saplantıya dönüşmesini anlatıyor.
Filmin başlarında camekânında “Yahudiler Giremez” yazan bir kafeye gönül rahatlığı ile giren ve birden kapısına bırakılmaya başlanan Yahudi gazetesini basanlara giderek abone listesine kimin tarafından eklendiğini sorarak, bu listeden çıkartılmayı talep eden Robert Klein (Alain Delon) kendisini gittikçe daralan bir tehlike çemberinin içine sokan adamın peşine düşüyor hikâyede. Losey bize sahte Klein’ı iki ayrı sahnede ama sadece arkadan gösteriyor; buna karşılık sahte olan ile temas kuran herkes polise ve gerçek Klein’a tıpatıp ona benzediğini söylüyor. Losey çarpıcı bir sahnede kendisini aynaya bakmak zorunda hisseden “gerçek”i gösteriyor bize ve seyircide gerçek ile sahte olanın belki de aynı ve tek kişi olduğu kuşkusunu da yaratıyor. Aslında bu sahne belki filmin temaları açısından en kritik öneme sahip olanlarından biri: Kimliğimizi oluşturanın onun ne olduğundan çok, diğerleri tarafından ne olarak algılandığının olması. Polisin isteği üzerine anne ve baba tarafından iki kuşak öteye uzanan bir belgeleme çabasına giren kahramanımızın finalde kendisini belki de kurtaracak olan belgeyi bir merak duygusunun sonucu olarak ihmal etmesi de kimliğin bireyler için önemini vurguluyor olsa gerek. Bir başka sahnede kahramanımız babası ile atalarının kimliğini konuşurken, karşısındakinin değişen ve bir şeyler gizler gibi görünen yüz ifadeleri ve sahte Klein’e ait olan bir köpeğin gerçek olanı görünce peşine düşmesi de filmin seyirciye bir kesinlik sunmaktan özenle kaçındığını gösteriyor bize.
Alain Delon’un bir kurbana dönüşse de çıkarcı ve fırsatçı bir karakteri canladırmaktan çekinmemesi ile takdiri hak ettiği ve César’a aday gösterilmesini sağlayan doğal ve ekonomik performansı ile göz doldurduğu filmde Jeanne Moreau kısa rolünde ne denli büyük bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Birkaç dakika süren sahnesinde Moreau neden sinemanın muhteşem isimlerinden biri olduğunu hiçbir itiraza yer bırakmayacak şekilde kanıtlıyor. Seyircisinin tıpkı baş karakteri gibi gerçeği merak etmesine ve bu merak duygusunun bir tutkuya dönüşmesine (“Polisin aradığı kişi olmadığımı kanıtlamam lazım”) ortak eden filmde görüntü yönetmeni Gerry Fisher da çok iyi bir iş çıkarmış. Bir zengin evinde canlı icra edilen klasik müziği dinleyenleri bir klasik tablo estetiği ile görüntüleyen kamera Klein’ın artan merakını ve etrafındaki çemberin yavaş yavaş kapanmasını ve bunun Delon’un gözlerine yansımasını etkileyici kamera açıları ile sergiliyor.
Bir kabarede sergilenen ve Alman subayların da seyrettiği oyunda karikatüre dönüştürülen bir Yahudi karakterin aşağılanmasını eğlenerek seyreden Fransızları, onun “Şimdi de onların yapması gerekeni yapacağım; siz kıçıma tekmeyi basmadan kendim gideceğim” sözlerini kahkahalarla karşılarken gösteren film sıradan insanların başkalarının başına gelenleri umursamadığını / umursamayacağını ve faşizmin kolayca güçlenebilmesinin nedenlerinden birinin de bu olduğunu hatırlatıyor bize. Mükemmel mizanseni ve o ana kadar biriken gerilimin patlamasını anlatması ile önemli olan polis baskını sahnesi ve faşizmin dehşetini sessizliği ile anlatan etkileyici finali dışında temposunu özellikle düşük tutan film faşizme boyun eğmenin korkunçluğuna ve şaşırtıcılığına da (“Bizi Nazilere teslim edeceklerini ve Almanya’ya göndereceklerini duydum. Fransız polisi asla böyle bir şey yapmaz, sizce de öyle değil mi?”) değinen içeriği ile de ilgi topluyor. Kahramanının süratle değerini yitirmesi, umarsızca gerçeğe ulaşmaya çalışması, bürokrasi tarafından ezilmesi ve dışlanan bir insana dönüşmesi ile Kafka’yı da akla getiren film kötülüğün egemen olduğu bir dünyada kimsenin onun etki alanının dışında kalamadığını da gösteren çok önemli bir klasik. Mutlaka görülmeli.
(“Kaderi Arayan Adam”)