İngiliz ressam J.M.W. Turner’ın hayatının son yirmi beş yılının hikâyesi.
İngiliz Mike Leigh’nin yazıp yönettiği ve İngiltere – Fransa – Almanya ortak yapımı olarak çekilen film, resim sanatının büyük ustasının son yıllarını ele alan bir çalışma. “Işığın ressamı” olarak adlandırılan ve ölüm döşeğindeki son sözü ile, ışığın kaynağı olan güneşi yücelten bu büyük sanatçıyı ve sanatını odağına alan film, Turner’ı ve eserlerini merceğinin altına almasına rağmen ona belli bir mesafeyi koruyarak bakabilmesi ile dikkat çekiyor öncelikle. Mike Leigh ve görüntü yönetmeni Dick Pope’un görsellikte yakaladığı üstün başarı ve bu başarının en çarpıcı örneği olan, sanatçının tablolarının esin kaynağı olan doğayı karşımıza getiren ve adeta tabloları canlandıran görüntüleri ile seyircisini kesinlikle büyüleyen bir film bu. Filmin “hikâye” kısmı ise hem sanatçıyı ve sanatını hem de dönemin sanat ortamını anlatmaya soyunurken yeterli bir çekicilik yaratamaması ile dikkat çekiyor. Başroldeki Timothy Spall’ın güç bir rolün altından zorlanmadan çıkmış göründüğü film sanatına aşık bir sanatçıyı gündeme getirmesi ile de önemli olan ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.
Kendisine hem hizmetçilik hem de zaman zaman metreslik yaptığı anlaşılan bir kadın ve babası ile birlikte yaşayan, ilgilenmediği eski bir metresinden hiç ilgilenmediği iki kızı olan ve ilişkilerinde sevilmeyi pek de umursuyor görünmeyen Turner’ın hayatı üzerine ama bu hayat hakkında bizi ne kadar aydınlattığı tartışmalı bir film karşımızdaki. Leigh’in senaryosu ve bu senaryoyu karşımıza getiriş şekli ile çoğunlukla duygusallıktan uzak ve temel objesine her an görüntüde olmasına rağmen yine de mesafeli yaklaşan filmi ışığa aşık ve tuhaf bir sanatçıyı anlatmaya soyunmuş bize. Bunu yaparken bir parça yavaş ilerliyor açıkçası ve kendi içinde başarılı ama hikâyenin odağını dağıtan sahnelere (örneğin dönemin ünlü İngiliz sanat eleştirmeni John Ruskin ile dalga geçilen sahne) yer vermesi ile bir olumsuzluğu yaratmış oluyor. Leigh’nin duygusallıktan uzak yaklaşımı zaten çok da sevimli resmedilmeyen Turner karakterine ısınmayı da iyice zorlaştırıyor. Oysa filmin hemen tüm karelerinde görünen bir karakter daha fazla çekiciliği hak ediyor olsa gerek. Leigh’nin filminin hikâye bağlamındaki temel sıkıntısını belki de şöyle özetlemek mümkün: Baş karakterini bize bir insan olarak yeterince anlatamıyor film ve onun ikili ilişkilerine de bizi -seyirci olarak- ortak edemiyor yeterince.
Yukarıda belirttiğim sıkıntısına ek olarak sanatının yaratım sürecine de yeterince tanık olamadığımızı söylememiz gerek. Neyse ki bu problemi sanatına ilham kaynağı olan objeleri ve doğayı olağanüstü bir görsellikle karşımıza getirerek çoğunlukla unutturmayı başarıyor film. Deniz üzerindeki bir fırtınayı daha iyi çizebilmek için kendisini fırtınanın ortasındaki bir geminin direğine bağlatacak kadar sanatına aşık olan Turner’ın etrafını kuşatan dünyayı onun sanatçı gözünden görmemizi sağlıyor film ki bu gerçekten büyük bir başarı. Açılış sahnesinden başlayarak finale kadar bu büyük keyif veren yaklaşımını hiç elden bırakmıyor Leigh. Açılıştaki “nehir, yeşil çayır, yel değirmeni, güneş ve keyifli bir sohbet içinde yürüyen iki köylü kadın” görüntüsünün örneklerinden sadece biri olduğu bu görsel başarı hikâye boyunca sürüp gidiyor ve adeta tabloları canlandırıyor karşımızda Leigh. Bir başka filmde “zorlama” görünecek kareler burada kesinlikle tam da olması gereken görüntüler olarak alıyorlar yerlerini ve kuşkusuz Turner’ın sanatına aşina olanların çok daha büyüğünü yaşayacağı bir keyifin kaynağı oluyorlar. Açılış jeneriğinde suya karışan boyadan tüm o doğa manzaralarına kadar her birine özen gösterilmiş kareleri ile çok çekici bir film yaratılmış kesinlikle. Burada kelime anlamı ile güzellikten değil, bir klasik tabloda karşılaştığımız zaman tüylerimizi ürperten bir sanatsal güzellikten söz ediyorum. Örneğin “mutfakta bir domuz başının temizlendiği” sahne renkleri, görüntüdeki iki karakterin ve diğer tüm objelerin çerçeve içindeki yerleşimleri vs. ile kesinlikle bir “tablo güzelliği” taşıyor.
Gary Yershon’un trajedi ve gerilim havalarını birlikte taşıyan başarılı müziğinin eşlik ettiği filmin Turner’ı ne kadar tanımamızı sağladığı tartışmalı ama bunu pek de dert etmiş görünmeyen filmin derdinin ne olduğu ise pek anlaşılmıyor açıkçası. Turner’ın başka sanatçılarla olan ilişkileri gibi öğeler hikâyeye girip çıkan karakterler aracılığı ile filme bir gerilim unsuru katacak gibi görünüyorlar ama Leigh bu anlarda vaat eder göründüğünü hiç gerçekleştirmiyor ve olağanüstü bir başarısı olan sahneler bile bu tutmayan vaatlerin kurbanı oluyor. Bu sahnelerin birinde, Turner ile aynı dönemde yaşayan ama ticari açıdan başarısızlığı kendisini intihara sürükleyen ressam Benjamin Haydon’ın trajedisini sinema tarihinde yerini alacak bir sahnede müthiş bir ustalık ile anlatıyor Leigh: Haydon’ın meslektaşları onun silik kariyerini bir pencere önünde tartışırken, açık olan pencereden gittikçe uzaklaşan Haydon’ı görüyoruz ve tek çekimle gerçekleştirilen bu sahnede bir sanatçının fiziksel olan boyutu ile de tarihte kaybolmasına tanıklık ediyoruz adeta.
Timothy Spall’ın zor bir karakteri nüansları atlamayan ve karakterinin rahatsız ediciliğini bize geçirmeyi başaran oyununa, sadık hizmetçisini oynayan Dorothy Atkinson’un çok başarılı performansı da eşlik ediyor ve ışığa “tapan” sanatçının bu filmine seyir zevki katıyorlar. Işığa, sanata ve elbette Turner’a hayralık duyanların kaçırmaması gereken film, Turner’ın ışığın kutsallığını kaynağını Tanrı ilan ederek ifade eden sözleri ile kapanırken, kusurlarına rağmen seyircisini tatmin ediyor çoğunlukla.
(“Bay Turner”)