Mujeres Al Borde De Un Ataque De Nervios – Pedro Almodóvar (1988)

“Siz gençler nasıl mücadele edileceğini hiç bilmiyorsunuz. Hayatı sadece zevkten ibaret sanıyorsunuz, ama değil. Acı da çekmek zorundasınız, hem de çok”

Evli erkek arkadaşı tarafından terk edilen ve önemli bir konu için ona ulaşmaya çalışan bir oyuncu kadının bu sırada karşılaştığı tuhaf karakterlerin ve olayların hikâyesi.

Pedro Almodóvar’ın yazdığı ve yönettiği bir İspanya yapımı. Almodóvar’ın senaryoyu yazarken Jean Cocteau’nun ilk kez 1930’da sahnelenen “La Voix Humaine” adlı tiyatro oyunundan yola çıktığı yapıt İspanya’nın Oscar’ı kabul edilen Goya’da En İyi Film seçilirken (Kadın Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Orijinal Senaryo ve Kurgu dallarında da ödülün sahibi olmuştu) Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a da aday olmuştu. Cocteau’dan aldığı, “kendisini terk eden adamla telefonda konuşan kadın” fikrini bambaşka noktalara taşıyan Almodóvar 1980’lerin İspanyası’ndan eğlenceli, dinamik ve “pop-art” olarak tanımlanabilecek türde hayli başarılı bir sonuç elde etmiş. Çekimler sırasında yönetmenle, onunla ancak on sekiz yıl sonra tekrar çalışmayı kabul edecek kadar çok ciddi anlaşmazlıklar yaşayan Carmen Maura’nın müthiş bir performansla sürüklediği film sinema tarihinin en çekici kara komedilerinden biri ve bir sinema yapıtının sululuğa başvurmadan da aralıksız güldürebileceğini ve mizahının anlattığı meselelerin üzerini örtmeden ve onları güçlendirmek için kullanılabileceğinin de sağlam bir kanıtı.

Cocteau’nun oyunu sinemanın ilgisini Almodóvar’dan önce de sonra da çekmiş: Roberto Rossellini’nin 1948 tarihli ve iki farklı hikâyeli filmi “L’Amore”, Edoardo Ponti’nin 2014 yapımı kısa filmi “Voce Umana” ve Patrick Kennedy’nin 2018’de çektiği kısa filmi “Human Voice”. Televizyon, radyo ve opera uyarlamaları da olan bu tiyatro oyununun -şimdilik- son sinema uyarlamasının sahibi ise yine Almodóvar’ın kendisi! Başrolde Tilda Swinton’ın yer aldığı kısa filmle 2020’de bu oyuna sinemada yeniden hayat vermiş yönetmen. Cocteau’nun eseri beş yıldır erkek arkadaşı olan ve şimdi bir başka kadınla evlenmek üzere olan adamla telefonda konuşan bir kadının depresyonunu ve acısını onun monologları üzerinden getirir seyircinin karşısına. Almodóvar’ın öyküsü ise kendisini terk eden evli adama hâlâ âşık olan, onu kaybetmek istemeyen ve ne olduğunu finalde öğreneceğimiz bir bilgiyi vermek için ona ulaşmaya çalışan bir kadını filmin adına ve kahramanının dramına rağmen çok eğlenceli bir biçimde anlatıyor. Kahramanımızı sevgilisi, sevgilisinin ailesi ve yeni sevgilisi, başı Şii teröristlerle dertte olan arkadaşı, polisler ve yaşadığı apartmandakilerle tuhaf, sürükleyici, eğlenceli ve hayli tempolu bir maceranın içine atıyor film ve yönetmenin uluslararası arenada neden ilk parlak başarısı olduğunu da her karesi ile gösteriyor.

Görsel biçimi, soundtrack’i ve Almodovar’ın mizanseni ile rahatlıkla pop-art akımının sinema karşılıklarından biri olarak görülebilecek bir yapıt bu. Renk kullanımı ve çok başarılı açılış jeneriğinin iyi bir habercisi olduğu görselliği ile ve “kitsch”in sınırlarını hiç ihlal etmeden yapıyor bunu Almodovar. Yönetmenle başka filmlerde de iş birliği yapan Pablo Núñez’in imzasını taşıyan jenerik (kendisini sevmeyen bir erkekten dolayı çektiği ızdırabı barlarda içkilerle dindirmeye çalışan bir kadını anlatan “Soy Infideliz” adlı şarkıyı Meksikalı Lola Beltrán söylüyor) seyredeceğimiz filmin içeriği ile kadın odaklı olacağını ve görselliğin şıklık ve hüzün ile besleneceğini çok doğru bir biçimde haber veriyor bize. Aynı jeneriğin teknik kadronun ana isimlerinin rollerine (yönetmen, görüntü yönetmeni, kurgucu vs.) uygun göndermeler içermesi ise, seyrettiğimizin bir film olduğunu hatırlatırken, hikâyenin oyunbaz havasına da uygun bir yaklaşım olmuş. Núñez’in çalışması jeneriğin seyirciyi bir filme nasıl hazırlaması gerektiğinin parlak bir örneği olmuş böylece. Bu oyunbaz havasını açılış sahnesi ile de sürdürüyor film. Açılmış ilaç kutularının yanında uzanmış bir kadın görüyoruz; aklımıza gelen ilk düşünceyi çalan telefonun sesi durduruyor ve kadın umut dolu bir telaşla koşuyor telefona ama beklediğini bulamıyor, duyamıyor daha doğrusu.

Pepa adındaki kahraman pembe dizilerde oynayan ve dublaj sanatçısı (onu dublajını yaparken gördüğümüz filmin Nicholas Ray’in 1954 yapımı “Johnny Guitar” (Dişi Kartal) olduğunu ve yapıtın westernlerin eril atmosferini kadın kahramanlarla kırdığını hatırlatalım meraklısı için) olarak da çalışan ünlü bir kadın. Klişe bir tabir kullanmaktan çekinmemekte yarar var, Pedro Almodóvar bir “kadın hikâyeleri” ustası ve onların dünyasına en çok yaklaşan erkek yönetmenlerden biri. Burada da tıpkı Pepa gibi her biri “sinir krizinin eşiği”nde olan birden fazla kadını tüm erkek karakterlerin önüne geçirerek anlatıyor öyküsünü. Bu erkekler arasında Antonio Banderas’ın canlandırdığı birinin de olduğunu söylersek, bu öne geçirme tercihi daha önemli oluyor kuşkusuz. Hikâyedeki dört ana kadın karakterin tümü de bir şekilde aldatılıyor ve/veya terk ediliyor: Pepa’yı zaten evli de olan sevgilisi bir başka kadın için bırakıyor, Pepa’nın yakın arkadaşı Candela (María Barranco) Şii terörist olduğunu dehşetle öğrendiği bir adam tarafından kandırılmış ve başının derde girmesi endişesi içinde, Pepa’yı terk eden sevgilisinin müstakbel gelini Marisa (Rossy de Palma) zaten pek de uyumlu görünmediği erkek tarafından terk edilecektir bir başka kadın için ve onun müstakbel kayınvalidesi (Julieta Serrano) ise zaten aldatılma açısından ilk kurban olan kişidir. Bu kadınların tümü bir sinir krizinin eşiğindedir, hatta o eşiği çoktan geçmişlerdir ve Almodóvar onların melodramlarını, hatta trajedilerini eğlencesi hiç eksik olmayan bir hikâye ile anlatırken, her birini sevdiğini bize hissettiriyor.

Zaman zaman görsel oyunlarla süslemiş hikâyesini yönetmen: Bayılan bir kadının yere düşen gözlüğünün görüntüyü deforme etmesi, iki farklı mekândaki karakterlerin telefonda konuşurken sanki yüz yüzeymişler gibi birbirlerine dönük görüntülenmeleri gibi oyunlar bunlar ve filme ek bir görsel zevk katıyorlar. Filmin önemli başarılarından biri ne bu oyunlarda ne de içerdiği onca absürt karakter ve gelişmede bir zorlama duygusu yaratmamayı başarmış olması. Aynı taksi şoförü ile defalarca karşılaşma, başarılı bir vodvilin dinamizmine sahip bölümlerde karakterleri farklı kombinasyonlarla bir araya getiren tesadüfler vs. iyi anlatılmış ve iyi oynanmış sahneler sayesinde herhangi bir rahatsızlık vermiyor örneğin. Polislerin aynı evde buldukları onca karakterin kim olduğunu ve aralarındaki ilişkileri anlama çabası, karşılıklı “kimlik sorma”, adeta bir Agatha Christie romanında Poirot’nun finalde tüm karakterleri bir arada sorguladığı ve katili ilan etmesini hatırlatan polis sorgusu, bir taksi ile motosikleti takip etme gayreti veya “rüyada bekâreti kaybetme” gibi pek çok iyi yazılmış sahnesi var filmin. Faşist Franco’nun ölümünün üzerinden henüz on iki yılın geçtiği ve demokrasi içindeki arayışlarını sürdüren İspanya’da polisleri eğlence malzemesi yapabilen film çok eğlenceli bir sahne ile de kapitalizmin en güçlü silahlarından biri olan reklamcılarla sıkı bir şekilde dalgasını geçiyor.

Kübalı şarkıcı La Lupe’nin 1970’lerden gelen bir şarkısı olan “Puro Teatro”yu kapanış jeneriğinde dinlediğimiz film bu parçanın sözleri ile yine bir kadının sesi oluyor. Açılışta erkeğin kendisini sevmemesinin acısını dile getiren kadın sesi bu kez de erkeğin kendisini hiç sevmediğini ve onca zaman hep rol yaptığını anladığını söyleyerek çıkarıyor onu hayatından. Böylece Almodóvar açılış ve kapanış şarkıları ile hikâyesini ve baş karakteri Pepa’nın dönüşümünü özetliyor bir bakıma. Tüm oyuncuların ama özellikle de Carmen Maura ve María Barranco’nun performansları ile çok güçlü bir eğlence yaratan film 1980’lerin ve Almodóvar filmografisinin en önemli örneklerinden biri kesinlikle.

Almodóvar filmin önemli bir kısmının geçtiği ve Pepa’nın yaşadığı evi pop-art tarzı bir set olarak düşündüğünü ve eğer bütçesi olsaydı bu setleri bu sanat akımının en önemli isimlerinden David Hockney’e tasarlatmayı isteyeceğini söylemiş bir röportajında. Toplumdaki ikiyüzlülükleri ve özellikle de erkeklerin bu konudaki sabıkalarının üzerine giden film absürt eğlencesi ile, pek de umursuyor görünmediği gerçekçiliği yakalamış olması ile önemli ve kadınları seven bir sanatçının elinden çıktığını her ânı ile gösteren bir yapıt. Yönetmenin diğer çalışmalarında hep yakalamayı arzuladığı ama zaman zaman ham bir kabalığın bu hedefe ulaşmaya engel olduğu sinemasal düzeyin ne olduğunu görmek için, izlenmesi gerekli bir film bu. Açılış jeneriğinde William Wyler’ın “Funny Face” (Şahane Macera, 1957) adlı komedisine selam gönderen film Federico Fellini’den Preston Sturges ve Howard Hawks’a farklı isimlerden etkilenmiş görünen havası ile sinemaseverlerin ayrıca ilgisini hak ediyor. Yaşamına 48 yaşında intihar ederek son veren Bernardo Bonezzi’nin hikâyeye çok uygun müziklerinin yanında, müzik bandındaki diğer çalışmalara da dikkat!

(“Women on the Verge of a Nervous Breakdown” – “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar”)

(Visited 48 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir