Julieta – Pedro Almodóvar (2016)

“Eski bir bağımlının, aradan kaç yıl geçerse geçsin, bağımlılığının nüks etmesi ölümcüldür. Onca yıl senden uzak durdum ama seni bulma ya da senden haber alma umuduna geri dönmek gibi bir hata yaptım. O saçma umut yeni hayatımı inşa ettiğim kırılgan temeli yerle bir etti. Hiçbir şeyim kalmadı. Sadece sen varsın. Yokluğun bütün hayatımı dolduruyor ve yok ediyor”

Uzun süredir kızından haber alamayan bir kadının, geçmişi hatırlatan bir karşılaşmanın ardından, yaşadıklarını ve üzerini örttüğü travmaları hatırlamasının hikâyesi.

Başta Nobel ve Booker olmak üzere pek çok edebiyat ödülünün sahibi olan Kanadalı Alice Munro’nun 3 ayrı kısa öyküsünden (2004’te yayımlanan “Runaway” adlı kitapta yer alan “Chance”, “Silence” ve “Soon”) uyarladığı senaryosunu yazan Pedro Almodóvar’ın yönetmenliğini de yaptığı bir İspanya, Fransa ve ABD ortak yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt, yönetmenin son dönemdeki en olgun filmlerinden biri ve melodram ağırlıklı hikâyesi, bu sinemacıya özgü “çılgınlıklar”dan uzak duran ama yine de Almodóvar’ın izlerini yoğun bir biçimde taşıyan dili ve, suçluluk ve kaybetme duygularını güçlü bir şekilde geçirebilmesi ile önemli bir çalışma. Melodram türünün olmazsa olmazları tesadüflerden (ya da kaderin oyunlarından) biraz fazla yararlanan film Alberto Iglesias’ın öykünün ruhunu birebir yaratan müzikleri ve Jean-Claude Larrieu’nun oyunlara girişmeden, yalın olmayı tercih eden görüntülerinden de aldığı önemli desteklerle ilgiyi hak ediyor.

Almodóvar’ın kişisel ilham kaynaklarından biri olduğunu söylediği, Kosta Rika asıllı Meksikalı Chavela Vargas’ın seslendirdiği “Si No Te Vas” adlı şarkı eşlik ediyor filmin kapanış jeneriğine. “Zerafetin sert sesi” olarak tanımlanan Vargas şarkıda sevdiği kişiye gitmemesi için çağrıda bulunurken, “sadece ondan ibaret olan dünyasının yok olacağını” ve “o gittiği anda kendisinin de öleceğini” söylüyor. Öykümüzün kahramanı olan ve filme de adını veren Julieta (gençliğini Adriana Ugarte, günümüzdeki hâlini ise Emma Suárez oynuyor) hikâyenin başında, sevgilisi Lorenzo (Darío Grandinetti) ile birlikte Madrid’i bırakıp Portekiz’e gitmek üzereyken, sokakta karşısına çıkan eski bir tanıdıkla olan kısa sohbetinde aldığı haber kararından vazgeçmesine neden olur. Uzun süredir hiçbir haber alamadığı ve nerede olduğunu bilmediği kızı ile ilgilidir duydukları ve kadının içine gömdüğü çığlığının, Vargas’ın şarkısındaki duyguları ifade edecek şekilde açığa çıkmasına neden olur. Julieta erişemediği kızına geçmişteki tüm gerçeği anlatan bir mektup yazmaya, daha doğrusu bu gerçekleri uzun uzun bir deftere yazmaya başlar; seyrettiğimiz filmin önemli bir kısmı da geri dönüşle bu geçmişi getirir karşımıza.

Almodóvar bu filminde gerek karakterlerinde, gerekse öyküsünde ve mizanseninde özellikle ilk yönetmenliklerinde kendisini gösteren “çılgınlıklar”dan uzak, melodramatik hikâyesine ve bu hikâyenin karakterlerine saygı ve sevgi ile yaklaşan bir dil benimsemiş. Öyle ki görsel açıdan da açılışta -sonradan bir kadının nefrese alıp vermesinin sonucu olduğunu anlayacağımız- yavaş bir ritm ile hareket eden kırmızı kumaşı bir kenara bırakırsak, sıcak renklerle bezeli olsa da, oldukça yalın bir dili tercih etmiş. Estetik duygusunda, kesinlikle abartılı bir gösterişten ve zaman zaman özellikle tercih ettiği ve hemen her zaman olumlu bir sonuç aldığı “kitsch” boyutundan uzak durmuş yönetmen ve adeta 1950 ve özellikle de 60’larda Amerikan sinemasının melodramlarından esinlenen bir yapıt yaratmış. Buna rağmen, film yine de bir Almodóvar yapıtı olduğunu hep hissettiriyor öyküsü boyunca; bununsa birkaç nedeni var: Almodóvar yine benzersiz kadın karakterler yaratmış, tutkunun karakterleri yönettiği bir öykü yazmış ve karakterlerinin her birinin eylemlerini çılgın değil ama normal olarak da tanımlanamayacak bir çerçeve içinde tutmuş.

Geçmişteki iki ölümle ilgili duyduğu suçluluk duygusu ve beklenmedik bir şekilde giderek izini kaybettiren ve kendisi ile hiç temas kurmayan kızı ile ilgili özlem ruhunu kasıp kavurmaktadır Julieta’nın; ama içine atmıştır bunları ve kendisine, sokaktaki bir tesadüften sonra hayli kırılgan olduğunu anladığı yeni bir hayat kurmuştur. Öykü işte bu suçluluk ve özlem duygularının ne kadar güçlü ve yıkıcı olabileceğini çekici bir sadeliği olan bir sinema dili ile ve melodramın kalıplarından ustaca yararlanarak anlatıyor. Almodóvar’ın buradaki belki de en önemli başarısı, filmdeki pek çok ânın adeta sahnelendiğini, bir bakıma gerçek olmadığını hissettiren ama bunu melodramların doğasının da zaten bu olması nedeni ile oldukça doğal kılan bir yönetmenlik çalışması çıkarması. Üzerinde ince ince düşünüldüğü kesin olan ama sonucu “doğal bir yapaylık” ifadesi ile tanımlanabilecek bir biçim ve içeriğe sahip olan sahneler ile Almodóvar, seyircinin ilgisini diri tutmayı başarıyor. Burada eleştirilebilecek ana konu ise bir bakıma melodramı modernleştiren, yeniden yaratan yönetmenin tesadüflerde fazlaca ileri gitmesi ve bunu sadece “sokakta birden karşılaştılar” türünden olanların da ötesine geçirip, Julieta’nın eşi (Xoan’ı Daniel Grao canlandırıyor) ve babasının hayatlarını, aynı durumlarla karşı karşıya kalmalarını sağlayacak şekilde benzer kılması. “Erkeğin belli ihtiyaçları vardır” düşüncesini tartışmaya açmak (aslında Almodóvar’ın kendi görüşü bu düşüncenin tarafında görünüyor bu hikâyede) için yaratılmış bir durum bu ama yine de -melodramatik de olsa- gerçekçiliğine zarar veriyor filmin.

Almodóvar sanatsal unsurları olan bir hikâye yazmış; Julieta’yı gençliğinde klasik Yunan edebiyatı dersi verirken görüyoruz, eşi ile yaşadığı kasabadaki sanatçı kadın Ava (Inma Cuesta) cinsel organları belirgin kılınmış (tam bir Almodóvar hınzırlığı) erkek heykelcikleri yapıyor, Lorenzo kitapları da olan bir sanat eleştirmeni, evlerin duvarları modern ya da klasik tablolarla süslü ve sehpaların üzerinde Magnum’un hacimli sanat kitapları var, Patricia Highsmith’in takıntılı karakterlerine gönderme yapılıyor vs. Yönetmenin filmin hazırlıklarındaki esin kaynakları arasında Joan Didion, Ingmar Bergman, Jeanne Moreau, Antonio López García ve Lucian Freud’un isimlerini sayması bu sanat havasını açıklıyor. Tüm bu sanatsal unsurları hikâyenin değil ama karakterlerin yaşamlarının doğal bir parçası kılan Almodóvar’ın, Julieta’nın “yanlış anlama”, “empati göstermeme” ve “hiç tanıyamamış olma” olarak tanımladığı “suçlar”ının karşılığını da özenle oluşturduğunu söylemek gerek. Kızına geçmişte olanları yazarak anlatan kadının bir sahnesinde kameranın yavaş yavaş ondan uzaklaşarak, Julieta’nın fiziksel ve ruhsal yalnızlığını ve, içindeki ve dışındaki boşluğu anlattığı görüntü bu özenin örneklerinden biri olarak gösterilebilir.

Toplam dört ölüm, bir felç ve bir trafik kazası gibi melodramatik unsurlarla dolu olan filmin “sessizlik” (sessiz kalmak, içinde tutmak) üzerine olduğunu ve hikâyesinin melodramdan çok, drama yakın durduğunu söyleyen Almodóvar bu yapıtında da içinde olduğu LGBT dünyasından isimlere yer vermiş hemen her zaman yaptığı gibi. Bu isimler arasında, kapanıştaki şarkıyı seslendiren Chavela Vargas dışında, Bimba Bose’yi özellikle anmakta yarar var. Hikâyenin başlarında Julieta’nın, kızının çocukluk arkadaşı ile ilk karşılaştığı sahnede onun yanındakilerden biri olarak kısa bir süre karşımıza çıkan model ve şarkıcı Bose filmden kısa bir süre sonra, henüz 41 yaşında hayatını kaybetti. Alberto Iglesias’ın son dönemdeki en başarılı film müziklerinden birine imza atarak, Almodóvar’ın hedeflediği “gizemi olan dram”ı yakalamasına çok önemli bir destek sağladığı ve Emma Suárez ile Adriana Ugarte’nin aynı kadının iki farklı dönemini birbirlerini ilginç bir şekilde tamamlayan başarılı performansları ile göz doldurduğu bu “olgun” Almodóvar filmini görmekte yarar var.

La Ley del Deseo – Pedro Almodóvar (1987)

“Seni bu şekilde sevmek bir suçsa, ben bedelini ödemeye hazırım”

Eşcinsel bir yönetmenin, sevdiği ama karşılığını yeterince alamadığı sevgilisi ve kendisine tutkulu bir şekilde âşık olan bir gençle içine düştüğü aşk üçgeninin ve transseksüel oyuncu kardeşi ile yaşadıklarının hikâyesi.

Pedro Almodóvar’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir İspanya yapımı. Yönetmenin kariyerinde bir dönüm noktası olarak gördüğü yapıt; arzu, tutku ve aşk üzerine, karakomedi ve melodramı eğlenceli ve çekici bir biçimde bir araya getirmeyi başaran bir çalışma. Tabu konuları kendine has üslubu ile ele alan Almodóvar, favori oyuncuları ile çalıştığı bu filmde yine akıllıca yazılmış, karakterleri ve gelişmeleri keyifli ve ikna edici bir şekilde kurgulanmış senaryosunun da katkısı ile bir suç hikâyesini başarılı bir filme dönüştürüyor. Yönetmenin önceki ve sonraki yapıtlarına içerdiği göndermeler ile de dikkat çeken film, Almodóvar’ın filmografisinin önemli örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

Almodóvar’ın favori renklerinden kırmızının hâkim olduğu zemin üzerine yazılan jenerik bilgileri ve trajik bir gerilim havasına sahip bir müzikle açılıyor film. İlk sahnede genç bir adamı bir sesin yönlendirmesi ile soyunurken ve kendisini tatmin ederken görüyoruz. Yoğun homoerotik içerikli filmleri ile tanınan, Pablo (Eusebio Poncela) adındaki sinema ve tiyatro yönetmeninin bir filmidir bu. Pablo, Juan (Miguel Molina) adındaki genç adamla yaşamaktadır ve ona âşıktır; ama kadınlarla da arası iyi olan Juan’dan beklediği düzeyde ilgi görmemektedir. Onun “Beni sevmiyorsan, bu senin suçun değil ama ben seni seviyorsam, bu da benim suçum değil” cümlesi ile özetlediği ilişki, Juan’ın bir süreliğine bir başka şehre gitmesi ile kesintiye uğrarken, devreye Antonio (Antonio Banderas) girer. Genç adam, daha önce hiçbir erkekle yatmadığını söylese de, filmini hayranlıkla seyrettiği Pablo’nun peşine düşer ve yönetmen için “bir defalık” başlayan ilişki Antonio için saplantılı bir aşka dönüşür. Yönetmenin Tina (Carmen Maura) adındaki transseksüel kardeşi ise bir yandan kötü giden oyunculuk kariyerinden şikâyet ederken, kendisini terk eden kadın sevgilisinin çocuğunun (Manuela Valasco) bakımını da üstlenmiştir; Pablo aralarında iyi bir ilişki olan kız kardeşine sürekli destek olmaktadır ve yönettiği oyunda ona başrolü vermiştir. Bu beş ana karaktere, başka yan karakterleri de ekliyor Almodóvar ve güçlü bir biçimde kurguladığı ve bir ölüme kadar uzanan hikâyesini melodram ve karakomediden yararlanarak bu tür öykülerin ustalarından olduğunu kanıtlayacak bir düzeye taşıyor.

Almodóvar sadece, öykülerinde baş kahramanının genellikle kırmızı araba kullanması gibi unsurları tekrarlayarak değil, daha önce çektiği ya da sonradan çekeceği filmlere göndermelerde bulunarak da kendi sinemasını hatırlatıyor seyirciye. Örneğin Tina’nın bulaşık yıkarken taktığı örtünün üzerindeki logonun aynısı 1984’te çektiği “¿Qué He Hecho YO Para Merecer Esto!!” (Bunu Hak Edecek Ne Yaptım?) filminin afişinde kullanılmış. Daha önemli olan ortak unsur ise, Jean Cocteau’nun ilk kez 1930’da sahnelenen “La Voix Humaine” adındaki oyunu. Almodóvar’ın, filmografisi boyunca ya doğrudan uyarlayarak ya da esinlenerek, pek çok kez ele aldığı bu oyuna burada çok önemli bir yer verilmiş. Sinemacı 1988 tarihli “Mujeres al Borde de un Ataque de Nervios” (Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar) filminde Cocteau’nun bu eserinden fikir olarak ve serbest bir biçimde esinlenirken, 2020’de ve bir kısa film olarak doğrudan uyarlamasını da (“La Voz Humana”) yaptı sinema perdesi için. Burada ise Pablo’nun sahneye koyduğu ve Tina’nın başrolünde oynadığı oyun olarak hikâyenin ana unsurlarından biri olmuş Cocteau’nun yapıtı ve hatta bir sahnede karakterleri oyunun kitabının üzerinde kokain çekerken gösterecek kadar görsel olarak da değerlendirmiş. Son bir not olarak, burada Tina’nın bir şapelde bir rahiple olan yüzleşmesinin ise, 2004’teki “La Mala Educación“ (Kötü Eğitim) adlı yapıtın konusuna dönüştüğünü de hatırlatmakta yarar var. Tüm bu göndermeler ve tekrarlar Almodóvar’ın bir sanatçı olarak filmografisindeki tutarlılığı ve bütüncül bakışı göstermesi ve onu anlamak açısından önemli kuşkusuz.

Cocteau’nun yapıtı, kendisini başka bir kadınla evlenmek için terk eden bir erkek yüzünden acı çeken bir kadın üzerine kurulu; burada ise böyle bir terk değil söz konusu olan ama oyundaki “Seni kendi hayatımdan daha çok seviyorum seviyorum” cümlesinin anlamını taşıyan bir film bu. Seven ama arzu ettiği kadar sevilmeyen bir adamın âşık olmadığı ama kendisine saplantılı bir tutku besleyen bir başkası yüzünden yaşadıklarını anlatıyor temel olarak ve arzunun hangi uç noktalara uzanabileceğini gösteriyor. Almodóvar, “kontrol edilemeyen, zevk kadar acı da veren ve insanı canavarca ya da tamamen olağanüstü şeyler yapmaya zorlayan” arzu ve tutkular hakkında bir film yapmayı istediğini söylemiş yapıtını anlatırken. Gerçekten tam da böyle bir hikâye anlatıyor film ve “arzunun kanunu”nun nasıl bir “kanunsuzluk” demek olduğunu keyifli bir biçimde getiriyor karşımıza; bu kanunun muhatabı ise Antonio karakteri oluyor hikâyede. Banderas’ın güçlü bir performansla hayat verdiği, aşka çok önem veren (“Aşk asla şaka değildir”) bu karakterin yaptıkları, öyküye doğru ve melodramına uygun bir kapanış sağlayan finaldekiler ve sevdiğinin her şeyine sahip olabilmek için onun sevdiği ile yatma çabası başta olmak üzere yönetmenin bu film ile ne anlatmak istediğini çok iyi dile getiriyor.

Almodóvar’ın tuhaf ve çekici karakter yaratma becerisinin (gerekirse burada olduğu gibi sakıncalı sulara dalmaktan çekinmeyerek ki ensest unsuru başlı başına ciddi bir problem) en iyi örneklerinden birini teşkil eden yapıt bu karakterleri, eğlendiren ve gerçekliğini sorgulatma gereği hissettirmeyen rastlantılarla bir araya getirirken, polisten kiliseye ve toplumun geleneksel (=muhafazakâr) değerlerine saldırmaktan da çekinmiyor hiç. Gerçek hayatta da baba-oğul olan iki oyuncunun canlandırdığı polislerden babanın diğerine söylediği “İyi bir polis olmak için vicdansız olmak yetmez, biraz espri anlayışının da olması gerek” cümlesinden genç polisin komik kibrine, küçük kızın inancı ile ilgili güveninden pedofili faili rahibe, yönetmen her zamanki gibi eleştirilerini sakınmıyor ve bunu sinema duygusunu koruyarak yapıyor. Favori oyuncularından Rossy de Palma’ya bir rol verebilmek için yazılmış görünen televizyon programı sahnesinin gereksizliğinin aksine (ki Almodóvar’ın filmlerinde zaman zaman yaptığı bir şeydir “aile”sinden isimleri filmlerinde kullanmak), öyküye doğal bir şekilde yerleştirilmiş bu eleştiriler.

Almodóvar’ın popüler kültür araçlarından biri olan müzikle ilgili seçimleri de hikâyenin arzuyu anlatan melodramına uygun. Maysa’dan Jacques Brel cover’ı “Ne Me Quitte Pas” ve Juan ile Antonio arasındaki deniz feneri sahnesine eşlik eden Fred Buscaglione şarkısı “Guarda Che Luna”nın da aralarında bulunduğu melodileri öykünün atmosferine yakışacak bir şekilde kullanıyor yönetmen ve müziği filminin organik bir parçası kılıyor. Çılgın bir hikâye, ilginizi hep üstünde tutmanızı sağlayacak bir hareketlilik ve öykünün yeterince derin olmamasını fark etmenizi, hatta onu ciddiye almanızı engeleyecek bir enerjiye sahip olan film yönetmenin oyunbaz ruhunun de pek çok örneğini barındırıyor. Örneğin, gerçek hayatta transseksüel olan Bibiana Fernández doğuştan kadın olan bir karakteri (küçük kızın annesi), yönetmenin favori oyuncusu ve biyolojik olarak kadın olan Maura ise bir transseksüeli canlandırıyor. Kaotik bir keyif veren yapıtın tüm oyuncuları, Almodóvar’ın cinsiyet tanımları ile oynayan ve hatta onları ret eden hikâyelerinin bir diğer başarılı örneği olan bu filmde, kendi dünyalarında gezinecek kadar rahat ve gösterişli bir yapaylık ile eğlenceli bir doğallığı buluşturabilen performansları ile göz dolduruyorlar. Bu sağlam kadronun öne çıkan ismi ise, elbette, Almodovar’ın “sinema ailesi”nin parçası olan Maura olmuş her zamanki vurucu performansını tekrarlayarak. Sevdiği kadar sevilmeyenlerin, melodramatik eğlencesinden ek bir keyif alacağı bir yapıt, özetlemek gerekirse.

(“Law of Desire” – “Arzunun Kanunu”)

¿Qué He Hecho Yo Para Merecer Esto!! – Pedro Almodóvar (1984)

“Kocamı ben öldürdüm, jambon kemiği ile… İşte böyle!”

Mutsuz bir evliliği olan, hem evde hem dışarıda sürekli çalışan bir kadının, etrafındaki birbirinden tuhaf karakterlerle geçen olaylı hayatının hikâyesi.

Pedro Almodóvar’ın yazdığı ve yönettiği bir İspanya yapımı. Esin kaynakları arasında Godard’ın “Deux ou Trois Choses que Je Sais d’elle” (Onun Hakkında Bildiğim İki veya Üç Şey, 1967) adlı filmi, Truman Capote’nin “A Day’s Work” (1980) adlı eseri ve Roald Dahl’ın “Lamb to the Slaughter” (1953) adlı kısa hikâyesi bulunan film bu eserlerden aldığı ilhamı tamamen Almodóvar’a özgü bir dünyaya taşıyor ve Franco sonrasındaki İspanya’dan feminist içerikli bir kadın hikâyesini parlak oyunculuklarla anlatıyor. Karakomedisi ile içinde pedofilinin de bulunduğu hassas konuları ele alan yapıt çekiciliğini temel olarak iki unsurdan elde ediyor: Almodóvar’ın birbirinden “renkli” karakterler yaratma becerisi ve öyküsünün bu karakterler arasında akıllıca kurulmuş ilişkiler üzerine inşa edilmiş olması. Hassas konuları -kesinlikle sömürmese de- komedisinin parçası yapması ise tartışmaya açık ve Almodóvar’dan beklenen bir durum olsa da, rahatsız edici olabilir.

İspanyol sinemasının “yaramaz çocuğu” Almodóvar bu filminin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımına bir saygı gösterisi olduğunu söylemiş; karakterlerin egzantrikliğini ve komediyi bir kenara bırakırsanız, alt sınıftan bir ailenin günlük hayatını ele alması ve karakterlerin hayatta kalabilmek için harcadıkları çabanın sergilenmesi gerçekten de, sinemaya kalıcı başyapıtlar armağan eden bu akıma yaklaştırıyor filmi ama ilişkiler bunlarla sınırlı temel olarak. Seyrettiğimiz hikâye tam bir Almodóvar dünyası çünkü ve karakterlerin pek çok eylemi akımın gerçekçiliği ile pek de uyumlu değil. Aklı, Almanya’da çalışırken sevgilisi olan kadında kalan, el yazısı taklit yeteneği büyük oğluna da geçen huysuz bir koca; sürekli şikâyet eden pinti bir kayınvalide; torbacılık yapan bir ergen oğlan ve onun, arkadaşının babası ile yatarak para kazanan küçük kardeşi; hayat kadınlığı yapan komşu kadın; her ikisi de başarısız ve biri kleptoman olan, diğeri pornografik romanı için araştırma yapan yazarlar; kinetik yetenekleri olan bir küçük kız ve ona kötü davranan annesi; cinsel iktidarsızlığın derdine düşen bir polis ve kış uykusundaki bir kertenkele bu karakterler ve Almodóvar onları eğlenceli bir hikâyenin ortakları yapmayı başarıyor çoğunlukla.

80’lerin havasını taşıyan ve bir Almodóvar filminden beklenmesi gerektiği gibi renkli yazı karakterleri ile oluşturulmuş bir jenerikle açılıyor film. Temizliğini yaptığı spor salonuna girerken görüyoruz Gloria’yı. Kocası taksi şoförlüğü yapan kadın, Madrid’deki dev ve eski apartman bloklarından birindeki küçük dairelerinde iki oğlu, eşi ve kayınvalidesi ile birlikte yaşamaktadır. Maddi durumu iyi değildir ailenin ve Gloria bulduğu temizlik işlerine giderken, bir yandan da evin tüm yükünü omuzlamaktadır. Reçetesiz satılmayan ilaçlara -farkında olmadığı- bir bağımlılığı olan ve yapıştırıcı / deterjan koklayan kadının fiziksel yorgunluğunu artıran ruhsal (ve cinsel) mutsuzluğuna açılış sahnesinde tanık oluyoruz filmin karakomedisine de uygun bir sahnede. Ardından Almodóvar kadının etrafındaki tüm karakterleri birer birer hikâyeye sokuyor ve aralarındaki ustalıklı kurulmuş ilişkiler etrafında örülen keyifli bir öykü ile baş başa bırakıyor bizi. Bu ilişkilerin ve onların kurulmasını ya da sürmesini sağlayan tesadüflerin doğal görünümü filmin önemli kozlarından biri. Yapaylıktan ve zorlamadan uzak bu görüntü önemli; aksi takdirde birbiri ile uyumsuz malzemelerden oluşmuş bir “çorba” çıkardı ortaya ama Almodóvar’ın bu çorbasının tadı tuzu yerinde.

Gloria’yı çarpıcı bir gerçekçilik ve sadelikle oynayan, fetiş oyuncularından Carmen Maura başta olmak üzere kadrosundan çok büyük bir destek almış Almodóvar. Tüm o tuhaf davranışların, kişilik yapılarının ve sözlerin bir yandan eğlendirirken, bir yandan da gerçek hissi verebilmesinin arkasında senaryonun başarısı kadar oyuncuların performansının da payı var. Onlardan aldığı güçle Almodóvar, bir komedi olmaktan çok, aslında bir drama daha yakın duran hikâyesini seyirci için çekici kılmayı başarıyor. Bunu yaparken zaman zaman, doğrudan hikâye ile ilgisi olmayan ve adeta kullanılmamaya kıyılamamış sahnelere de başvurmaktan çekinmiyor. Örneğin “O kahveyi asla unutmayacağım“ sahnesi (Bu sahnedeki şarkının, hiç gizlemediği eşcinselliği ve iç savaşta cumhuriyetçileri desteklemesi yüzünden Franco İspanyası’nı terk etmek zorunda kalan Miguel de Molina’nın “La Bien Pagá“sı olduğunu belirtelim meraklısı için) reklam sektörü ile sıkı ve eğlenceli bir şekilde dalga geçiyor ama hikâyede çok da yeri olduğu söylenemez bu bölümün. Benzer bir başka sahnede ise bir adamı sesleri taklit yeteneğini kullanırken görüyoruz. Neyse ki bu iki örnek öykünün, yukarıda anıldığı gibi, tadının kaçmasına yol açmıyor.

Almodóvar’ın yaramaz çocuk tavrına uygun olarak pedofili gibi bir konuyu öyküsünün unsurlarından biri olarak kullanması ve bunu birden fazla sahnede tekrarladığı gibi, “Sana ne, benim bedenim” türünden esprilerin konusu yapması ve pedofili ile ilgili hiçbir eleştiri getirilmemesi doğru bir seçim değil kuşkusuz. Fetişizm, bağımlılık, cinayet, fuhuş, hatta intihar (“İntihar ediyorum, görmüyor musunuz?”) bir karakomedinin konusu olabilir rahatlıkla ama pedofili, bir çocuğun bedenini “rıza” ile satması için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dolayısı ile bu durumu göz ardı etmek gerekiyor, filmin eğlencesinin tadına varabilmek için ki yapıtın tek çekiciliği bu eğlencesi de değil. Kadının kendisini içinde boğulmuş hissettiği hayattan kaçış yollarının tıkalı olması ve bulabildiği tüm alternatifleri denemesi bir yandan kimi mizah anlarının kaynağı olurken, diğer yandan da kadınların üzerindeki baskının ağırlığının kanıtı oluyor. Finalde kamera devasa apartman bloklarının yüzlerce penceresini görüntüleyerek, seyrettiğimiz hikâyenin sadece Gloria’ya özgü olmadığını da söylüyor bir bakıma. Ölüm, geri dönüş, terk etme, intihar gibi olaylar üzerine kurulu finalde, kadının sonuçta geldiği noktanın özgürlük olduğu tartışmaya açık (“Bu evin bir erkeğe ihtiyacı var”) ama önünde daha fazla seçenek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Zaman içinde bir gay ikona dönüşen İsveçli Zarah Leander’in 1939’da seslendirdiği, aslında bir Rus folk şarkısının yeni yorumu olan “Nur Nicht aus Liebe Weinen” adlı şarkının önemli bir parçası olduğu filmde Carmen Maura dışındaki kadro da oldukça doğru tonlarda ve yalınlıkları ile göz dolduran performanslar sunmuşlar. Kayınvalideyi canlandıran Chus Lampreave bu kadronun içinde karakterinin eğlenceli yanının da katkısı ile öne çıkan isim olmuş. Yönetmenin sinema dili, özellikle bugünün anlayışı için bir parça ham görünebilir ve bazı eğlence anları, hikâye ile ilgili olmadığı halde sadece komik oldukları için eklenmiş hissi verebilir ama erken dönem bir “sinir krizinin eşiğindeki kadın” hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz yapıt ilgiyi hak eden bir çalışma. Görüntü yönetmeni Angel Luis Fernandez’in hikâyenin önemli bir kısmının mekânı olan Gloria’nın dairesinin karanlığını ve darlığını iyi kullanan görüntüleri ve set tasarımlarının da dikkat çektiği film Almodóvar’ın, örneğin Vittorio De Sica’ya yakışan türden bir neo-realist hikâyeyi nasıl kendisine ait kılabildiğini göstermesi ile de önem taşıyor. Son bir not olarak filmin İspanya tarihinde “La Movida Madrileña” olarak bilinen karşıkültür akımının izlerini taşıdığını da söylemekte yarar var. 1975’te Franco’nun faşist yönetiminin sona ermesi ile İspanya toplumunda daha özgürlükçü ve modern bir yapıya geçilirken, tabulara meydan okunan ve bu bağlamda kadınların toplumdaki yerinin sorgulandığı bir dönem başlamıştı. Almodóvar’ın hikâyesi de işte bu sorgulamayı, sinemanın gözü ile gerçekleştiren bir çalışma.

(“What Have I Done to Deserve This?” – “Bunu Hak Edecek Ne Yaptım?”)

Carne Trémula – Pedro Almodóvar (1997)

“Şimdi şu kapıdan çıkan benim eşim, Victor. Onu delicesine seviyorum. Onu savunmak için her şeyi yaparım çünkü o benim her şeyim. Üstelik tüm kötürümler gibi fena asabiyimdir”

İki kadın ve üç erkeğin tarafları olduğu bir aşk, gerilim, suç, cinsellik ve tutku hikâyesi.

Ruth Rendell’ın 1986 tarihli ve aynı adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanan senaryosunu Ray Loriga ve Jorge Guerricaechevarría’nın katkıları ile yazan Pedro Almodóvar’ın yönetmenliğini de yaptığı bir İspanya ve Fransa ortak yapımı. 1970 yılında başlayan; önce 20 yıl, sonra da 4 yıl ileriye atlayan hikâyesini genç bir adamı odağına alarak anlatan film o tarihe kadar Almodóvar’ın yapıtlarına çok sıcak bakmayan İspanyol eleştirmenlerin de beğenisini toplamış, melodrama yakın duran içeriği ve Almodóvar’ın “pop kültürü”ne hâkimiyeti ve güçlü kadrosunun performansı ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Bolca tesadüf barındırsa da, Almodóvar’ın kurgusunu akıllıca inşa ettiği senaryosunun da katkısı ile ve sözcüğün her anlamı ile “renkli” bir film.

Film bir bilgilendirme metni ile açılıyor: İspanya’da olağanüstü hâl ilan edilmiştir ve “Barışı, ülkenin gelişmesini ve İspanyolların haklarını korumak için”, özgürlükle ilgili hakları düzenleyen bir yasa maddesi askıya alınmıştır. Madrid’de bir gece vaktinde geçen ve doğumu yaklaşan bir kadının çığlıkları ile başlayan ilk sahnede 1970’in Ocak ayında olduğumuz belirtiliyor (Gerçekte bu olağanüstü hâl ilanı 1969 Ocak ayında olmuş. Almodóvar’ın 1970 olarak belirtmesi bir hata mı yoksa başka bir imanın sonucu, bilinmiyor). Issız sokaklarda maceralı bir doğum sahnesi ile Victor adında bir oğlan gözünü açar dünyaya; baba ortada yoktur ve doğuma kadının ev sahibi yardımcı olur. Belediye otobüsünde gerçekleşen doğum oğlana ve annesine ömür boyu ücretsiz ulaşım hediyesini getirir çünkü yerel politikacılar bu haberin getireceği popülerlik fırsatını kaçırmak istemezler. Bu ücretsiz ulaşım hikâyesini anlaşılan politikacılara bir eleştiri aracı olarak kullanmış Almodóvar ama hikâye boyunca başka örneklerini de göreceğimiz bir sıkıntıyı da işaret ediyor bu tercih: Birbirlerini hırpalamakta olan iki erkeğin o sırada televizyonda gösterilmekte olan futbol maçında gol atılınca sevinç içinde “Gol!” diye bağırmalarının da bir örneği olduğu gibi, hikâyenin doğal bir parçası gibi durmayan seçimler görünümünden öteye geçmiyor bu numaralar. Neyse ki sayıları az ve kendi başlarına ele alındığında da eğlence katıyorlar öyküye.

Almodóvar popüler kültürün unsurlarına hâkimiyetini her zaman parlak bir şekilde gösteren bir sinemacı. Burada da İspanyol seyirci için oldukça çekici ve sözleri ile hikâyeye de uygun şarkı seçimleri olmuş yönetmenin. Nina de Antequera’dan “Ay Mi Perro” (1985), Albert Pla’dan acapella başlayıp enstrümanların katılımı ile çekici bir şekilde süren ve Victor’un öfkesine eşlik eden intikam şarkısı “Sufro Como Yo” (1995), ayrılık temalı bir konuşmada dinlediğimiz ve Duquende & Manzanita ikilisinin seslendirdiği “El Rosario de Mi Madre” (1997) ve şehvetli bir seks sahnesinin eşlikçisi olan Chavela Vargas şarkısı “Somos” (1996) hikâyeye sadece sözleri ile değil, ritm ve atmosferleri ile kesinlikle çok yakışmışlar. Bir Lou Reed göndermesinin olduğu bir sahne de var filmde ki rahatlıkla kaçabilir çok da meraklısı olmayanının gözünden: “Beklemeyi mi öğreneceğim? Lou Reed’in ne dediği umurumda değil?” diyor karakterlerden biri bu sahnede ve televizyon tarihinin en popüler sitcom’larından biri olan Friends için hazırlanan bir soundtrack albümde yer alan Lou Reed şarkısına, “You’ll Know You Were Loved” (1995) göndermede bulunuyor. “Bazı şeyler sadece bekleyene gelir / Fakat tereddüt edersen her şeyi kaybedersin / Ve ben asla bekleyecek bir tip olmadım / Sevildiğini anlayacaksın bir gün” der bu şarkısında Leed. Flimin hayli eğlenceli bir sahnesinde ise karakterlerden birinin ateşlediği silahın televizyonda oynayan filmdeki bir karakteri vurması (!) üzerinden de Almodóvar’ın televizyonun bir medya aracı olarak popülerliğine göndermede bulunduğu açık.

Hikâyedeki tesadüflerin fazlalığı ve işlevleri bir parça fazla açıkçası ama Almodóvar’ın sinema dili ve melodram kalıplarını ustaca kullanması, ve zaman zaman başvurduğu ve bazı diyaloglara da yansıyan hafif ironi havası bunu önemli bir sorun olmaktan çıkarmış. Senaryonun erkeklik hallerine getirdiği eleştiri gibi önemli yanları da zaten öyküyü başka bir boyuta taşıyor. Ana karakterlerden birinin tekerlekli sandalyeye mahkûm olması nedeni ile adeta “iktidarını kaybeden” bir erkeğin sembolü olması ve onunla çatışan bir erkeğin, karşısında özellikle şınav çekerek fiziksel üstünlüğünü göstermesi; “Dünyanın en iyi sevişen erkeği olmak istiyorum, en iyi” gibi cümleler kuran erkek karakterin bir kadından alacağı intikam planı olarak, onu bu “seks becerisi”nden yoksun bırakmayı düşünmesi; üzerinde “%100 animal” yazan tişört ve tutku ile bağlı olduğu kadına şiddet uygulayacak derecede onu kontrolü altında tutmak isteyen erkek gibi unsurlar ve karakterler üzerinden eril zihniyetin eleştirisini hikâyesinin temalarından biri yapmış Aldovar. Bu eleştirinin ironik bir hava da içermesi, hikâyenin eğlencesini de artırmış kesinlikle.

Başladığı gibi Madrid sokaklarında gerçekleşen bir doğum ile sona eriyor film ve bu son sahneyi bir parça naif (hatta hikâyenin genel havasını düşünürsek, bir parça da zorlama görünen) bir politik mesaj vermek için kullanıyor Almodóvar. Karakterlerden biri 1970’deki sokakların ıssızlığı ile şimdiki kalabalığı karşılaştırıyor ve şöyle diyor: “İnsanlar korkmayı bırakalı çok oldu”. 1939’daki iç savaştan sonra ülkenin başına geçen ve 1975’teki ölümüne kadar İspanya’yı yöneten diktatör Franco’nun döneminde başlayıp, demokrasi döneminde sona eren bir hikâye için yine de uygun bir kapanış olduğu söylenebilir bunun. Burada -belki de- hikâyenin genç kahramanı Victor’un “Yeni İspanya”yı, diğer iki erkeğin ise geride bırakılmaktan mutlu olunan diktatörlük İspanyası’nı temsil ettiğini öne sürerek bu politik mesajı daha anlamlı bulmanın mümkün olduğu da söylenebilir.

Almodóvar’ın az sayıdaki sahnede başvurduğu eğik kamera açıları ve yavaşlatılmış çekimler doğru anlarda kullanımları ile dikkat çekerken; karakterlerine tutku ile baktığını gösteren senaryo, yönetmenin eğlenceli ve tempolu sinema dili, erotik denebilecek bir gerilimin zarif bir biçimde yaratılabilmesi ve görüntülerden set tasarımlarına ve kostümlere yansıyan renkliliği ile çekici bir yapıt çıkmış ortaya. Bu cazibeye önemli birer katkıyı da oyuncular sağlıyor. Henüz bir yıldız olmamış ve sonradan Almodóvar ile pek çok filmde bir araya gelecek olan Penélope Cruz küçük bir rolde hayli sağlam bir performans gösterirken, hikâyenin ana kahramanı Victor’u canlandıran Liberto Radal fiziksel çekiciliğini karakterinin ruhunu ortaya koyan performansı ile eğlenceli bir biçimde birleştiriyor. Öyküdeki diğer iki erkeği oynayan Javier Bardem ve José Sancho’nun güçlü oyunculuklarına, iki kadın karakteri canlandıran Ángela Molina (Almodóvar’ın bir başka favori oyuncusu) ve Francesca Neri de benzer birer başarı ile eşlik ediyorlar. Affonso Beato’nun görüntüleri ve Alberto Iglesas’ın müziklerini de eklerseniz bu başarılara, ortaya ilgiyi hak eden bir sonuç çıkmış.

(“Live Flesh” – “Çıplak Ten”)