Nightcrawler – Dan Gilroy (2014)

“Seyircilerimizin ilgisini en çok kenar mahallelerde işlen suçlar çekiyor. Bu da kurban veya kurbanlar demek. Hâli vakti yerinde beyazların, azınlıkların ya da yoksulların kurbanı olması öncelikli tercihimiz”

Los Angeles gecelerinde kaza ve suç mekânlarından kan ve şiddet dolu görüntüler çekerek televizyon kanallarına satan bir adamın işinde artan başarısının onu yoldan çıkarmasının hikâyesi.

Dan Gilroy’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Senaryo yazarlığı ile sinemaya başlayan Gilroy’un ilk yönetmenlik çalışması olan film orijinal senaryo dalında Oscar’a aday gösterilmiş, başrolde muhteşem bir iş çıkaran Jake Gyllenhaal ise beklentilerin aksine Oscar adaylığı kazanamamıştı. İşsiz bir adamın, varlığından tesadüfen haberdar olduğu bir işte süratle yükselmesini ve kötücül karakterini, hırsını ve başarıya ulaşmak için her türlü araca başvurmaktan çekinmemesini anlatan film medyaya ve kanlı haberlere ilgi gösteren tüketim toplumuna açık bir eleştiri getiriyor. Gyllenhaal’ın performansı ve Gilroy’un gerilimi ve heyecanı hep diri tutan yönetmenlik çalışması sayesinde ilgi ile izlenen film eleştirdiği “kan şehveti”ne zaman zaman kendisi de kapılmış gibi görünüyor ve hedeflediği çarpıcılığa her zaman ulaşamıyor. Yine de, tüm o gerilim ve sertliğin içinde alaycı bir tavır da yakalamayı başaran ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir film bu.

Dan Gilroy filmin senaryosunu yazarken Arthur “Weegee” Fellig adındaki gerçek bir karakterden esinlenmiş. Polis telsizini dinleyerek suç ve kaza yerlerine herkesten önce ulaşan ve çektiği görüntülerle meşhur olan bu adamın işini yapıyor hikâyenin kahramanı Lou (Jake Gyllenhaal). İşsiz bir adamdır Lou hikâyenin başında; çaldığı tel örgüleri ve rögar kapaklarını satarak para kazanmaktadır. Açılış sahnesinde onu girilmesi yasak bir bölgeyi çeviren dikenli telleri keserken görüyoruz; kendisini fark eden güvenlik görevlisine saldırır ve saatini de çalarak kaçar. Ağzı iyi laf yapan Lou evine dönerken tesadüfen bir kazaya denk gelir; kaza yerinde, bağımsız olarak çalışan ve çektiği görüntüleri yerel kanallara satan bir adamı gördüğünde ondan kanın medya için reyting demek olduğunu öğrenir ve hiçbir bilgisi ve tecrübesi olmadan bu işe girmeye karar verir. Sonrası gittikçe artan bir hırs, elde edilen başarı ve her defasında daha da çarpıcı görüntüler elde edebilmek için olayların tanığı olmaktan çıkıp parçası olmaya uzanan bir yoldur.

Kan ve şiddet anlarına Amerikalıların deyişi ile bir kır kurdu (coyote) gibi yaklaşmayı başarı için zorunlu kılan bir iştir Lou’nun giriştiği. Tıpkı bu hayvanların genellikle hava karardıktan sonra avlanması gibi bu işi yapanlar da kazaların ve suçların kurbanlarını gece görüntülemektedirler. Filmin büyük bir kısmı da bu nedenle Los Angeles gecelerinde geçiyor ve Lou ile onunla benzer işi yapanlar kanın peşine düşüyorlar karanlık saatlerde. Mottosu “Piyangoyu kazanmak istiyorsan, önce bileti satın alacak parayı kazanman gerek” olan Lou yeni edindiği mesleğinde başarılı olmak için her yolu denemekten ve sürekli çalışmaktan hiç vazgeçmez ve gerçekten de “başarılı” olur. Yalnız bir adamdır Lou ve oldukça tuhaf bakışları olan, sevimli yüzünün ardında tekinsiz ifadeler barındıran biridir. Senaryo onun yalnızlığını evindeki çiçeklere gösterdiği ilgi ile ince bir şekilde vurguluyor bize ve yanına yardımcı olarak aldığı genç adama davranış şekli üzerinden de onun acımasız karakteri ile ilgili epey bilgi edinmemizi sağlıyor. Rolü için kilo veren ve filmin her sahnesinde yer alan Jake Gyllenhaal bu ilginç karakterin içindeki hırsı, acımasızlığı, sinsiliği ve sertliği tüm vücut diline yansıtarak oynamış. Çok konuşan, dili ile karşısındaki şaşırtmada usta olan adamın tehlikeli ruh yapısını gülümsediğinde bile hissettiriyor oyuncu ve Dan Gilroy’un akıllıca yazılmış diyaloglarının da katkısı ile ortaya dört dörtlük bir iş koyuyor. Lou’nun hem kariyeri için gerekli gördüğü hem de fiziksel bir ilgi duyduğu haber yönetmenini canlandıran Rene Russo ise sallantılı olan kariyerini koruyabilmek için aşırı uçlara gitmekten çekinmeyen ve medyanın etik değerlerine boş veren karakterini yorgun ifadeli yüzü ile sağlam bir şekilde sergiliyor. Pakistan asıllı İngiliz aktör Riz Ahmed de karakterinin tüm şaşkınlığını, acizliğini ve hep bir kaybeden olarak kalacağını çok iyi benimsemiş ve göründüğü her sahnede hissettiriyor bunu bize.

Gerilim dolu, sahnelerin temposunu destekleyen, zaman zaman tıpkı filmin kendisi gibi gereksiz bir epik havaya bürünen ama yine de hikâyeye katkı sağlayan müziklerini James Newton Howard’ın hazırladığı film günümüz dünyasında medyanın etik değerlerden nasıl süratle uzaklaştığını ve tüketicinin de talepleri ile bu uzaklaşmanın ivmesini artırdığını net bir şekilde gösteriyor (bunu bir parça fazla tekrarlasa da). Hikâyenin kahramanının izinsiz olarak kurbanların evlerine girmesi, daha iyi görüntü alabilmek için olay yerine müdahale etmesi ve çarpıcı görüntüler için insanların hayatını tehlikeye sokmaktan çekinmemesi gibi davranışlarına televizyon kanalı da eşlik ediyor ve daha fazla reyting için hiçbir etik sınır tanımıyor. Kanlı görüntülere adeta şehvetle bakan, ölmekte olan bir karakterin son görüntülerinin önünde fiyat pazarlığı yapan, verdikleri haberin düşündüklerinden farklı olduğunu anladıklarında çarpıcılığı azalacağı için bunu gizleyen ve “Ne olursa olsun, çekmeye devam et” sözünün iyi bir özeti olduğu bir anlayışa sahip olan bir medya burada sergilenen. Film bu medyanın seyircisini de talep ettikleri içerik üzerinden eleştiriyor benzer şekilde. Gerek izlediklerimiz, gerekse final bu medya düzeninin değişmesi konusunda herhangi bir umut vaat etmeyerek gerçekçiliğini de koruyor.

Dan Gilroy’un hikâyesi eleştirilerini net bir şekilde yaparken zaman zaman kendisi de sertliğin şehvetine kapılmıyor değil açıkçası. Yaralıların, ölülerin, kanın vs. bu denli açıkça gösterilmesi belki karakterlerin ahlâki kaygılardan ne kadar uzak olduğunu anlatabilmek için tercih edilmiş ama sonuçta bizi de o eleştirilen medyanın tüketicilerininki ile benzer bir konuma koyuyor film bunu yaparak. Oscar adaylığına rağmen hikâyenin, yardımcının akıbetinin ne olacağını önceden hissettirerek finaldeki dramatik anın etkisini bir parça azaltmak ve kahramanımızın hızlı gelişimindeki inandırıcılık problemini çözememek gibi kusurları olduğunu da kabul etmek gerek. Filmin bir diğer sıkıntısı ise müziğinin de altını çizdiğinin aksine olduğundan daha büyük görünmeye çalışması. Oysa kafedeki polis baskını sahnesinin tümünde olduğu gibi alçak gönüllü tavrı ile çarpıcı bir başarıya ulaşabilen bir sinema eseri bu ve anlattığından daha fazlası varmış havasının yararı olmuyor kendisine. Seyrettiğimiz hikâyenin ve Lou karakterinin varlık nedeninin ve medya ile onun tüketicilerinin içinde bulundukları hâllerin arkasında yatanın toplumsal, ekonomik ve politik düzen olduğuna hiç değinmemesini de önemli problemler arasına eklemek ve eğer bu eksiklik tatmin edici bir ölçüde giderilebilseydi, filmin işte asıl o zaman hedeflediği derinliğe ulaşabileceğini kabul etmek de gerekiyor.

“Bu benim işim, ben bunu yapıyorum. Beni görüyorsanız, bu hayatınızın en kötü günü demektir” diyerek işini ve kendini tanımlayan bir karakterin hikâyesini anlatan film kara komedi olarak da nitelendirilebilecek içeriği ile ilginç bir çalışma. Arada çizgiyi aşsa da doğrudanlığı ile de ilgi çekebilir ve hep diri kalan gerilimi ve Jake Gyllenhaal’ın güçlü performansı ile de ayrıca önem taşıyor.

(“Gece Vurgunu”)

(Visited 79 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir