“Majesteler, ekselansları, lordlar ve beyefendiler; hazır olduğunuzda yerlerinizi alın ve popüler savaş oyunu başlasın… şarkılar, muharebeler ve birkaç şakayla beraber”
Birinci Dünya Savaşı’nın bireyleri savaşa katılan Smith ailesi üzerinden anlatılan hikâyesi.
Charles Chilton’ın BBC için hazırladığı ve savaşta hayatını kaybeden ve hiç tanımadığı babasının anısına yazdığı “The Long Long Trail” adlı radyo müzikali ve askerî tarihçi Alan Clark’ın “The Donkeys: A History of the British Expeditionary Force in 1915” adlı eserinden uyarlanan bir sahne müzikalinden sinemaya aktarılan bir Birleşik Krallık yapımı. Richard Attenborough’nun ilk yönetmenlik çalışması olan film özellikle açılış sahnesi ile bir tiyatro müzikalinden uyarlandığının altını çizen yaklaşımı ve hikâyesi boyunca da alışıldık bir sinema filminden çok tiyatro ile sinema arasında duran anlayışı ile farklı bir çalışma. Dönemin liderlerinin ağzından duyduğumuz sözlerin çoğunlukla belgelere dayanılarak hazırlandığı, şarkıların ise savaş sırasında İngiliz askerlerinin o dönemin popüler eserlerinin sözlerini değiştirerek söylediği hallerinden alındığı film fanteziyi çağrıştıran müzikal türünde olmasına rağmen gerçekçiliği de yakalayabilmiş bu şekilde. Birleşik Krallık sinemasının pek çok güçlü oyuncusunun kısa rollerde karşımıza çıkarak hoş sürprizler yaptığı filmin mizahı, doğrudan olmaması nedeni ile her zaman güçlü değil ama bilindik anlamda bir müzikal film olarak ele alınmaması gereken bu savaş karşıtı film hayli ilginç ve önemli bir çalışma.
Senaryosunda Charles Chilton’ın eserinin yanısıra Ted Allan ve Len Deighton’ın katkısı olan film için hazırlanan ve sabit görüntülerden oluşan jenerikte önce tipik İngiliz ögeleri (Çay fincanı, çay seti, armalar, kral ve kraliçe resimleri vs.) görüyoruz, ardından bu görüntüler yerlerini Birleşik Krallık ordusuna ait kimi eşyalara (Kasatura, palaska, bot, gaz maskesi, tüfek vs.) bırakıyor. Hikâye için çok doğru bir seçim olmuş bu jenerik ve Smith ailesi de çocukları savaşa giderken gururlu ve mutluyken, sonradan savaşın gerçekleri ile karşı karşıya geleceklerdir. Jenerik sonrasındaki ilk sahnede bir tiyatro dekoru görüntüsü içinde dönemin dünya liderlerini görüyoruz; diplomatlar, askerler, soylular ve liderler savaş çıkması ihtimali üzerinde tartışır ve söz dalaşına girerken, bir fotoğrafçı onları fotoğraf çekimine davet ediyor. Fotoğraf makinasının deklanşörünün sesi bir silah sesine dönüşüyor ve Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan olayın temsili olarak Avusturya Arşidük’ü ve eşinin yere düştüğünü görüyoruz. Suikastin hemen öncesinde fotoğrafçı arşidük ve eşine birer kırmızı gelincik veriyor ki bu çiçek göründüğü her sahnede kendisini taşıyanların öleceğini haber veriyor bize. Bu çiçek İngiliz Milletler Topluluğu’na (Commonwealth) üye devletlerde Remembrance Day olarak bilinen ve ülkesi için savaşırken ölenlerin anıldığı günün sembolü ve burada da kırmızı rengi ile dökülecek kanın habercisi oluyor. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey’in “Avrupa’da bütün ışıklar sönüyor. Ömrümüz boyunca bir daha yandıklarını göremeyeceğiz” sözleri ile kapanan bu sahneden sonra film on altıncı dakikasında ilk kez dışına çıkıyor bu tiyatro dekorunun ve kendimizi deniz kenarında bulunuyoruz.
Savaşa girilmiştir, herkes iyimserdir ama filmdeki “Kazanılmış bir savaş, kişinin yenildiğini itiraf etmediği bir savaş demektir” sözüne uygun olarak insanlığın bu toplu cinayeti gerçek yüzünü gösterecektir elbette. Richard Attenborough aslında hayli trajik olan bir hikâyeyi, dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde yaşananları, kaynak müzikalin havasından doğan hafifliği ve eğlenceyi koruyarak taşımış beyazperdeye. Kendisini hep hissettiren karamizahın her zaman güçlü olduğunu söylemek zor ve bu derece sağlam bir kadrodan çok daha iyisini beklemenize neden oluyor film ama yine de İngiliz mizahının sık sık kendisini gösteren hınzırlığı ve “sınır tanımazlığı” filme belli bir eğlence katıyor. Zafer şarkıları söyleyen askerlerin bindikleri atlıkarıncadan birer birer düşmesi; müzikholdeki gösteri sırasında baştan çıkaran tavırlarla, orduya katılmak için erkek seyircileri sahneye davet eden kadın şarkıcının cazibesine kapılan erkeklerin başına gelenler; cephedeki askerlerin yaşadığı dehşet ve sefaletle paralel olarak gösterilen rütbeli subayların ve zenginlerin refah içindeki yaşamları; “300 Bin asker daha ölürse ilerleme kaydedebiliriz” diyen komutanın trajikomik davranışları veya -filmin en komik sahnelerinden birinde- subayların teftişi sırasında onlarla dalga geçen sözleri olan şarkıyı söyleyen askerler gibi bölümleri ile film hem savaş karşıtı söylemini zenginleştiriyor hem de eğlendiriyor seyircisini.
Eleştirisini sadece savaşa karar veren ve ölen yüz binlerce insanı birer istatistik olarak görenlere değil, onların kararını şu ya da bu nedenle destekleyenlere de yönelten ve örneğin savaşı kendilerince doğru olan gerekçelerle destekleyen tüm dinlerin temsilcilerini de bu eleştirisinin bir parçası yapan film savaş karşıtı mesajını en güçlü ve sert görüntülere tanık olduğumuz finalinde çarpıcı bir biçimde veriyor. Her biri bir mezarı simgeleyen on altı bin haçı görüyoruz bu kapanışta ve o haçların her birinin sadece bir avucu ile tanıştığımız insanlara ait olduğunu, onlarla birlikte hayallerin, umutların ve sevgilerin de yok olduğunu hatırlıyoruz bir kez daha. Filmde birkaç önemli sahne daha var: Bunların birincisinde “Savaş kazanılamaz. Kimse bir savaşın galibi olamaz” diye bağıran ve savaşı protesto eden kadınların lideri ile dalga geçiyor ve onu aşağılıyor halk. İkincisinde ise tarihte “Noel Ateşkesi” olarak bilinen ve Fransız, Birleşik ve Alman askerlerinin Noel sırasında kendilerini yöneten güçlerden bağımsız olarak ilan ettikleri gayriresmi ateşkes anlarından birine tanık oluyoruz. Alman ve Birleşik Krallık askerlerinin siperlerinden karşılıklı söyledikleri Noel ilahilerindan sonra birbirlerine önce tereddütlü bir şekilde yaklaşıp ardından içkilerini ve tütünlerini paylaşmaları (sinemada Christian Carion’un 2005 tarihli “Joyeux Noël” (Ateşkes) adlı filminde olduğu gibi daha önce de anlatılan bir hikâyedir bu) ölenlerin ve öldürenlerin birer insan olduğunu hatırlatan acı bir sahne kesinlikle. Bir diğerinde ise “I Want To Go Home” adlı şarkı eşliğinde yirmiye askın asker ritmik hareketlerle koca bir çukur kazıyorlar yakında gelecek askerler cesetleri için ve artık siperlere dönmek istemediklerini, evlerine dönmeyi arzuladıklarını ve ölmek istemediklerini haykırıyorlar.
Çok fazla sayıda karakter olması ve bir ana hikâye akışını izlememesi filme ısınmayı seyirci açısından biraz zorlaştırıyor açıkçası ve onlarca ünlü oyuncunun varlığı bir yandan filmi zenginleştirirken bir yandan da konsantrasyonu dağıtıyor. Ne var ki askerlerin gittikçe hüzünlenen ve savaşa gitmenin coşkusunun yerini savaştan uzak olma arzusunun aldığı sözlere sahip şarkıları bu sorunu önemsiz kılıyor bir süre sonra. Hayli iyi bir prodüksiyona sahip olan film; yönetenler imzalar atarken, yönetilenlerin öldüğünü sade ama sert bir içerik ve dil ile anlatan son sahneleri ile de ilgi çekerken tüm o milliyetçilik coşkusunun ardına gizlenen cinayetleri düşünmemizi de sağlıyor. Rupert Brooke’un “The Soldier” adını taşıyan şiirinden bir bölümün okunduğu sahneyi düşünün örneğin. Cepheye giderken yolda geçirdiği bir hastalık nedeni ile hayatını kaybeden şairin hiç siper görmeden yazdığı ve askerin ülkesi için hayatını vermesinin güzelliğini anlattığı bir şiirdir bu siperlerde gördüklerimizle de çelişir aslında.
Kısa rollerde Maggie Smith, Dirk Bogarde, John Gielgud, John Mills, Laurence Olivier, Corin Redgrave, Michael Redgrave, Vanessa Redgrave, Ralph Richardson, Ian Holm, Edward Fox ve Susannah York’un da aralarında olduğu kadrosu ile sinemaseverlerin ilgisini çekecek bir film bu kesinlikle. Birleşik Krallık sinemasının o dönemdeki neredeyse tüm yıldızlarını toplu halde görebilmek kaçırılmaması gereken bir fırsat kuşkusuz.
(“Ah! Ne Tatlı Savaş”)