“Herkes için bir yabancıyım ben. Tanrı beni kurban etmeye mi karar verdi? Yoksa bunu kendime ben mi yaptım?”
Ülkesindeki borçları nedeni ile çalışmak için Belçika’ya giden Letonyalı genç bir adamın umutsuz bir trajediye dönüşen hayatının hikâyesi.
Senaryosunu Juris Kursietis, Kaspars Odins ve Liga Celma-Kursiete’nin yazdığı, yönetmenliğini Juris Kursietis’in yaptığı bir Letonya, Litvanya, Belçika ve Fransa ortak yapımı. Dardenne kardeşlerin filmlerini hatırlatan ve hikâyesini benzer bir sosyal gerçekçi bakışla ele alan film ait olmadığı bir yerde ayakta kalmaya çalışırken, attığı her adım kendisini daha da zor bir duruma sokan genç bir adamın hayli karanlık öyküsünü anlatıyor. Belgeseli çağrıştıran sinema dili ile Avrupa’nın ortasında yaşanan bir trajediyi seyircinin ilgisini çekecek bir şekilde anlatmayı başaran film, nefesi gerektiği kadar ileri gitmeye yetmese de ilgiyi hak eden bir yapıt. El kamerası ile yakalanan gerçekçilik ve karakterinin çıkışsızlığının etkileyiciliği ile de önemli olan film çözümü nerede gördüğü ile soru işareti yaratsa da ve dilindeki gerçekçilik öyküsündeki bazı gelişmeler ile zedelense de ilginç bir çalışma olmayı başarıyor.
Çekici bir görüntü ile açılıyor film. Bir çam ormanının önündeki karla kaplı bir alanda yatan genç bir adamı görüyoruz. Kendisine anlattığı “Kurban edilen kuzu” hikâyesinin acıklı olduğunu söylediği büyükannesinin, öyküyü yanlış anladığını ve aksine bunun umutlu bir hikâye olduğunu söylediğini aktarıyor iç sesi ile. Kurban edilmeyi bekleyen bir kuzu gibi kar üzerinde yatan Oļegs (Valentin Novopolskij) adındaki adam gözlerini şaşkınlıkla açıyor, hafif bir çatırtı duyuyoruz ve kırılan buz tabakası ile kendisini soğuk suyun içinde buluyor delikanlı. Adamın buzu kırarak suyun üzerine çıkmak için harcadığı umutsuz çabanın sembolü olduğu hikâyesini izlemeye başlıyoruz sonra. Kurban edilen kuzu” İbrahimî dinlerde toplumun iyiliği adına kurban edilenler için kullanılan bir metafor ve finalde başlangıç mekânına, o karlı alana dönen film oradaki vaftiz sahnesi ile sona ererken; bu dinsel ritüelin “Tanrı ile tekrar barışma, günahtan arınarak yeniden doğma” anlamına uygun bir umutla birlikte düşünüldüğünde Juris Kursietis’in dinî bir yaklaşımı benimsediğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu bir dinsel propaganda ya da toplumdaki trajediler için dini ana yol olarak benimseyen bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzun belki doğrudan bir kanıtı değil ama filmin bu sularda gezindiği de çok açık. Oysa Oļegs’in yaşadığının nedenleri, içinde bulunulan toplumsal, siyasal ve ekonomik düzen kuşkusuz -her ne kadar film bu tür bir söylemden kesinlikle uzak dursa da- ve bu gerçekten bağımsız bir yaklaşım çok da ikna edici olamıyor. Evet, Oļegs’in bir yeniden doğuşa ihtiyacı var ama bunun nasıl olacağı konusunda herhangi bir noktayı işaret etmeyen hikâye seyircisini ortada bırakıyor bu konuda.
İlk defa geldiği Belçika’da büyük bir et tesisinde kasap olarak iş buluyor Oļegs; kendisi gibi Letonyalı olan arkadaşları ile birlikte ortak bir evde yaşıyor. Geride bıraktığı Letonya’da birilerine (anlaşıldığı kadarı ile tehlikeli birilerine) borçludur ve kazandığını da oraya gönderecektir çoğunlukla. Avrupa’nın refah içindeki yerlerinde çalışmaya gelen göçmen işçilerden biridir genç adam ve ilk işindeki bir iş kazasında haksız bir şekilde işinden olur ve sonra kendisini Polonyalı bir suçlunun neredeyse kölesi olarak bulur. Yaşadığı haksızlık işçiler arasında herhangi bir “sınıf dayanışması”nın olmadığını ve herkesin kendisini kurtarma derdinde olduğunu gösteriyor bize ve Oļegs’in umutsuzluğunu yaratanlardan biri de bu gerçektir. Rusça, Lehçe, İngilizce, Fransızca, Letonca ve Felemenkçe dillerinin tümünün birden konuşulduğu hikâye zaman zaman bir kara komediye de göz kırpıyor ama temel olarak trajediye de kayan bir dram seyrettiğimiz. Filmde Oļegs’in iç sesinden adını duyduğumuz ve yine onun gözü ile Hollandalı ressam Jan van Eyck’in eserinde de gördüğümüz “kurban edilen kuzu” ile kahramanımız arasındaki bağlantıyı kendisi kurmuş olsa da bunun tam olarak ne olduğunu aktaramıyor bize film; evet, bir kurban kesinlikle Oļegs ama kuzunun hikâyesindekinin aksine onun kimin iyiliği için bu konuma yerleştiğini anlayamıyoruz. Aç, parasız, işsiz, bir süre sonra pasaportsuz ve çalışma izni de olmayan bir insanın medeniyetin ortasında içine düştüğü çaresiz durumun kimin iyiliği için ödenen bir bedel olduğu belli değil ve bu nedenle de nerede ise tamamen bireysel bir öyküye dönüşüyor seyrettiğimiz. İşin ilginç yanı, benzer acıları çeken başkalarını da görüyoruz ama senaryo onlara bütünsel bakmaya yeterince teşvik etmiyor seyirciyi.
Kahramanımızın kendi dilinin konuşulduğunu duyduğu için sızdığı bir yemekli etkinlikte karnını doyurmakla kalmayıp bir kadınla da yatağa uzanan bir macera yaşadığı sahne üzerinden insanların gerçek karaktere değil, imajlara düşkünlüğünü eleştiren filmde Polonyalı suçlu Andrzej (Dawid Ogrodnik) karakterinin sadist denebilecek görüntüsü hikâyeye etkileyici sahneler sağlıyor ama öte yandan Oļegs’in trajedisini ona özel kılıyor bir bakıma ki bu da yine bireysel bir öyküye işaret ediyor gereksiz bir şekilde. Görüntü yönetmeni Bogumil Godfrejów ve yönetmen Juris Kursietis’in el kamerası tercihi ve sık sık başvurdukları yakın planlar ise bu bireyselliği, kendinizi yaşananların tam göbeğinde hissetirmeyi başararak affettiriyor. Filmin en çekici yanlarından biri bu; çünkü sanki kamera önce Ghent, sonra Brüksel’de bir göçmeni, bir kaçak işçiyi tüm dramatik anları boyunca peşini hiç bırakmadan takip ediyor ve seyirciyi, onunla birlikte soktuğu mekanlardaki umarsız durumların parçası yapıyor. Bu başarıya, Valentin Novopolskij ve Dawid Ogrodnik’nin çarpıcı performanslarını da eklemek gerekiyor filmin bir diğer önemli kozu olarak. İlki özellikle yüzünde masumiyetin somutlaştığı anlarda ve çaresiz durumlarında gerçekten de bir “kurban edilen kuzu”ya dönüşüveriyor ve ne hissediyorsa karakteri, aynısını seyirciye geçirmeyi başarıyor. Uzakta olduğu kızına düşkün, aşırı öfkeli ve dengesiz bir suçlu olan karakterinde ise Ogrodnik hiç de sevilesi olmayan karakterini en azından anlamanızı sağlıyor ve onu senaryonun bazı zorlama anlarına rağmen sahici kılıyor.
21. yüzyılda köleliğin kapitalizm ve neo-liberalizm ile birlikte modern köleliğe dönüştüğü dünyadan bir hikâye bu ve sonuç bir Ken Loach eleştirisi ya da Dardenne Kardeşler realizmi kadar güçlü olmasa da kesinlikle başarılı bir çalışma. Klostrofobiyi hissettiren görselliği ile de takdiri hak ediyor kesinlikle bu yapıt.
(“Oleg” – “Olegas”)