Dolap Beygiri – Atıf Yılmaz (1982)

“Ben bakmayayım, abdestim kaçar”

Herkesin yozlaştığı bir toplumda namuslu bir adamın başına gelenlerin hikâyesi.

Suphi Tekniker ve Atıf Yılmaz’ın senaryosundan, Yılmaz’ın çektiği bir film. Türkiye sinemasının usta komedi sanatçıları İlyas Salman, Şener Şen, Ayşen Gruda ve Şevket Altuğ’a Yaprak Özdemiroğlu’nun eşlik ettiği film 1980’lerin hâlâ ilgi ile seyredilebilecek sinema eserlerinden biri. 1970’lerde politize olmuş sinemanın 12 Eylül darbesinden sonra bocaladığı yıllarda çekilen bu film, benzeri diğer filmlerle (“Talihli Amele”, “Banker Bilo” vs.) birlikte, hızla değişmekte olan toplumdaki yozlaşan insan ilişkilerini ve yitirilen değerleri konu alıyor kendisine. 12 Eylül’ün topluma dikte ettiği bireyselleşme (darbe öncesindeki örgütlülüğe sert bir darbe vurmak için elbette) ve liberal ekonomi politikalarının neden olduğu sonuçları anlatır bu filmler ve çoğu da bir komedi havası içinde egemen güçlerinin tepkisini almadan dertlerini dile getirirler. Senaryosunun yeterince güçlü olmadığı ve bir noktadan sonra tekrara da düştüğü bu film yine de ve özellikle kimi sahneleri ve diyalogları ile keyifle izlenebilecek ve oyuncularının performansı ile eğlendiren bir çalışma. Darbeyi yapan güçlerin hâlâ egemen olduğu bir ortamda yapılabilmiş kimi eleştirilerini ve bu eleştirileri topluma aktarmayı kendisine görev edinmiş sanatçılarını, günümüz komedi filmlerinin boş kelimesini bile hak etmeyen içerikleri ve kabalaşmayı marifet sanan ve bununla popüler olan yaratıcıları ile karşılaştırınca, kesinlikle saygıyı hak eden bir çalışma bu.

Filmin en çok bilinen ve sevilen sahnelerinden birinde, Şener Şen’in canlandırdığı üçkağıtçı enişte karakteri ceketinin cebine görünür şekilde koyduğu Millî Gazete ile bakkala girer ve Cumhuriyet gazetesi satın alan öğretmeni arkasından aşağıladıktan sonra, bakkalın dikkatini çektiği yere, “taş gibi kadın”a şehvetle bakar ve sonra da dindar kimliğine geri dönerek “Ben bakmayayım, abdestim kaçar” der. Bu sahneyi bugün bir anaakım sinema örneğinde ve Şener Şen ününde bir oyuncu ile çekmek “otosansür”ün de gereği olarak pek mümkün olmasa gerek. Aynı Şener Şen’in oynadığı filmlerle o dönemde şiddetle eleştirdiği bir zihniyetin temsilcisinin bugün yanına oturup, mahçup bir barış konuşması yapıp ödül almaktan rahatsız olmadığını da düşünürsek, evet, çok şey değişti Türkiye’de ve sinemasında; anlı şanlı sinemacıların darbe günlerinden bugüne geçirdiği değişimi düşünmek sadece sinemanın kendisi için değil, ülke için de vahim bir durumu işaret ediyor kuşkusuz.

Hikâyede namuslu bir memuru canlandıran ve senaryonun zaafı nedeni ile sık sık nutuk atar gibi konuşmak zorunda kalan İlyas Salman’ın klasik oyununu aksamadan sergilediği filmde öne çıkan isim Şener Şen kesinlikle. Her göründüğü ana damgasını basan oyuncu, toplumdaki yozlaşmanın sembolü olan karakterini hayli eğlenceli ve dinamik bir şekilde canlandırıyor ve zaman zaman senaryonun aksadığı noktaları da performansı ile gizleyebiliyor. Şevket Altuğ ve özellikle Ayşen Gruda da benzer bir başarı içinde filme hem keyif hem güç katıyorlar. Yaprak Özdemiroğlu ise, filmin komedyen olmayan tek oyuncusu olarak, karakterine çok iyi girmiş ve usta oyuncuların arasında hiç ezilmeden oynamış rolünü.

Suphi Tekniker ve Atıf Yılmaz’ın senaryosu epey komik anlar içermesi ile dikkat çekiyor ama senaryo bir bütünsel hikâye oluşturmaktan çok, bu anların bir araya getirilmiş hâlini içeriyor daha çok. Salman’ın karakterinin defalarca aynı hatayı yaparak “dolap beygiri” konumunu koruması da bir yerden sonra tekrar hissi yaratıyor çoğunlukla. Bunun dışında, komedi kalıpları içinde bile, bir gerçekçilik sıkıntısı var senaryonun. Her ne kadar “Bir varmış Bir Yokmuş” ifadesi ile başlasa da film, seyrettiğimiz hikâye bir masal havası taşımıyor kesinlikle ve böyle olunca da gerçekçilik problemleri rahatsız ediyor. Saf birisi olarak gösterilen adamın memurluktaki ilk gününde mesai arkadaşlarına verdiği tepki ve attığı nutuk inandığı değerler ile uyumlu olsa da, saflığı ile uyumlu değil örneğin. Kahramanımızın idealistliği bir yana ama memurların mesai saatleri içinde çay içmesinin yasak olduğu bir dönem yaşandı mı pek emin değilim açıkçası. Kaldı ki bir gece önce yaşanan “mutlu anların” etkisi ile herkese çay ısmarlamak, kahramanımızın idealistliğinden taviz verdiğini gösteren bir ipucu olmadığına göre ortada, senaryonun tutarsızlığı ile açıklanabilir sadece. Aynı sahnede, elbette çay ısmarlanabilmesi için, diğer tüm memurların kahramanımızdan önce işe gelmiş olmaları da yine senaristlerin dikkatsizliğinin sonucu olsa gerek.Çalışma saatleri süresince tuvalete gitmemek ise, bir idealistlikten çok aptallık derecesindeki bir saflığın göstergesi ve kaba bir mizah yaratabiliyor sadece.

“Dolap beygiri gibi dönüp durmak” deyimi, TDK’de “Dar bir çevrede hep aynı işi yapmak” olarak açıklanmış. “Dolap beygiri” ise önüne konulan bir tutam ota erişmeye çalışırken, bağlı olduğu dolabın sürekli dönmesini sağlayarak kuyudan su çıkartmakta kullanılan beygirler için kullanıılan bir tanımlama; bu beygirler o bir tutam ota hiç erişemezler ama sahiplerinin de işini görürler sonuçta. Kahramanımız da hep aynı hatayı yapıp duruyor ve kendisinin de tıpkı bir dolap beygiri gibi sömürülmesine neden oluyor bu. Hikâyenin adamı hiç “akıllandırmaması”nı ve sık sık kıyısına kadar getirse de kalıcı bir isyanın parçası yapmamasını dönemin koşullarını da düşünerek bir toplumsal eleştiri olarak almak gerekiyor herhalde; bireysel bazda bakıldığında pek inandırıcı görünmeyen bu durum toplumsal bazda oldukça inandırıcı elbette ve ne yazık ki.

Melih Kibar’ın müziği ile renklenen, bir adı da “Ne Şehittir Ne Gazi” olan (herhalde ifadenin gerisi düşünülerek vazgeçilmiş bu isimden) ve eğlendirmeyi başaran film sadece oyuncuları nedeni ile bile izlenmeyi hak eden bir çalışma. Yukarıda da vurguladığımız gibi, bugünün etliye sütlüye karışmayan kaba komedileri ile kıyaslandığında ise, kesinlikle görülmeyi hak ediyor kuşkusuz.

Suddenly, Last Summer – Joseph L. Mankiewicz (1959)

“Oğlum Sebastian ve ben günlerimizi inşa ederdik. Her bir günü bir heykel yapar gibi oyardık, günlerin izini arkamızda bir heykel galerisi gibi bırakarak… ta ki geçen yaz birdenbire…”

Tek çocuğu tatilde ölen zengin bir dul kadın, ölüm sırasında tatilde onun yanında olan ve tanık oldukları nedeni ile travma geçiren kuzeni genç kadın ve onu beyin ameliyatı yaparak iyileştirmesi için çağrılan doktorun hikâyesi.

Senaryosunu Tennessee Williams’ın aynı adlı oyunundan Williams ve Gore Vidal’ın yazdığı, Joseph L. Mankiewicz’in yönettiği bir klasik. Sadece yönetmen ve senarist koltuklarında değil, oyuncu kadrosunda da güçlü isimler var bu filmin: Zengin dulu oynayan Katharine Hepburn, doktor rolündeki Montgomery Clift ve genç kadını oynayan Elizabeth Taylor. Hepburn ve Taylor’ın Oscar’a aday olduğu film, sanat yönetmenliği dalında da aynı ödüle aday gösterilmişti. İlginç bir şekilde Williams, Vidal ve Mankiewicz’in üçü de ortaya çıkan film ve/veya kaynağı olan oyunla ilgili ciddi serzenişlerde bulunmuşlar ve çekimler de sorunlu geçmiş. Sonuç ise kesinlikle ilginç, tuhaf (hem iyi hem kötü anlamda), Hollywood kalıpları içinde kalan ama o kalıpların epey dışında bir şeyler anlatan ve ilgiye kesinlikle değen bir yapım. Senaryonun verdiği imkânları bolca kullanan Taylor ve Hepburn’ün birer oyunculuk gösterisi sergilediği film, orijinal oyunun içeriğinden epey farklılıklar taşısa da ve genellikle “uzun ve az sayıda sahne” ile çekilmiş olması nedeni ile yeterince sinema havasına bürünemese de hikâyenin “gücü” ve oyuncuların performansı bunu unutturuyor çoğunlukla.

İki baş kadın oyuncusunun (ve onlarla birlikte, genç kadının annesini oynayan Mercedes McCambridge’in de) döktürdüğü bir film bu. Tutku ile bağlı olduğu oğlunu yitirmiş olmanın trajik acısını taşıyan ve onun ölümü ile ilgili tuhaf bir hikâye anlatan genç kadının delirdiği için “tedavi edilmesini” isteyen dul kadın rolünde Katharine Hepburn ve anlattığı hikâyeyi hatırlamak istemeyecek kadar travmatik bir olayın tanığı olan genç kadın rolündeki Elizabeth Taylor klasik Hollywood oyunculuğunun güçlü izlerini getiriyorlar karşımıza hikâye boyunca. Senaryonun -adeta onların oyunculuk gösterisine imkân verecek şekilde düşünülmüş- kurgusu da çok yardımcı oluyor iki oyuncuya: Tennessee Williams’ın, adının jenerikte sadece kaynak oyunun yazarı olarak değil, senaristlerden biri olarak da geçmesine rağmen herhangi bir katkısının olmadığını söylediği hikâyede uzun tutulmuş sahneler yer alıyor ve oyuncuların, bazıları uzun süreli tek çekimle gerçekleştirilmiş bu sahnelerde sıkı bir performans göstermeleri gerekiyor ve bu gereklilik doğal olarak güçlü oyuncular için de bir fırsat oluyor. İşte bu fırsatı iki oyuncu da çok iyi değerlendirmişler. Örneğin Taylor final sahnesinde hikâyeyi herkese anlatırken adeta Oscar ödülü için bağırıyor! Sahnenin sonunda gözyaşlarına boğulan oyuncu bu performansı sırasında -kendi ifadesine göre- bir süre önce kaybettiği eşinin acısını düşünerek oynamış ve ortaya gerçekten de “Oscarlık” bir performans çıkmış. Sinema tarihinin en güçlü oyuncularından biri olan Hepburn de benzer bir başarı gösteriyor filmde ve içinde fırtınalar kopan “güçlü” kadının davranışlarını ve duygularını vücut diline ve mimiklerine de yansıttığı, olağanüstü detaylı bir şekilde getiriyor karşımıza.

Taylor ve Hepburn’e eşlik eden Montgomery Clift ise ikilinin gölgesinde kalıyor bir parça. Bunun bir nedeni elbette senaryo; çünkü senaryo, onca sahnesine rağmen doktor karakterini daha çok gerçeklerin ve diğer karakterlerin duygularının ortaya çıkması için aracı olarak (bir çeşit katalizör de diyebiliriz) kullanıyor. Buna ek olarak, Clift’in o dönemdeki alkol ve uyuşturucu sorununun neden olduğu rahatsızlığı ve bunun sonucu olarak oyununa da yansıyan bitkinliği de var dikkat çeken bir şekilde. Belki onun her zamanki kırılgan (çekici bir kırılganlık olmuştur bu her zaman) performansı ile birleştiğinde bu yorgunluğun bir avantaja dönüştüğü bile söylenebilir ama adeta yaylanarak yürüyen oyuncu sonuç olarak iki kadın oyuncunun gerisinde kalıyor rolünde. Clift filmdeki rolünü Elizabeth Taylor’ın yapımcılara ısrarı ve diretmesi üzerine alabilmiş ve çekimler sırasında yapımcı Sam Spiegel ve yönetmen Mankiewicz oyuncuya o denli kötü davranmış ki bundan çok rahatsız olan Hepburn son çekilen sahnesinden sonra Mankiewicz’in yüzüne tükürerek seti terk etmiş!

Williams’ın senaryonun oyundan “midesini bulandıracak kadar uzaklaşması”ndan rahatsızlığını ifade ettiği, Mankiewicz’in filme kaynak olan oyunun kötü kurgusundan şikayet ettiği ve Vidal’ın da finali değiştirmesi nedeni ile Mankiewicz’e öfkelendiği filmden rahatsız olan bir isim daha var: Filmin müziğini yapan Malcolm Arnold. Besteci hikâyeyi o denli rahatsız edici bulmuş ki ana temayı besteledikten sonra filmden çekilmiş ve yerini bir başka besteci, Buxton Orr almış. Peki nedir hikâyedeki bu rahatsız edici öğeler diye sorarsak, ilk cevap filmde hiç yüzü görünmeyen, trajik sonuna tanık olduğumuz sahnede sadece sırtından görebildiğimiz ama hikâyenin odağında yer alan Sebastian karakterinin eşçinsel olması ve buna “yamyamlık” temasını eklememiz gerekiyor ardından. Dönemin sansür kuralları nedeni ile Sebastian’ın eşcinselliği adı ile hiç söylenmiyor ama çok açık bir durum bu ve filmin senaryosunun sansürden geçebilmesinin nedeni de temel olarak filmin eşcinselliğin “sefilliğini ve olumsuz sonucunu” göstermesi olmuş söylenene göre. İspanya’daki sahnelerde Sebastian’ın “arkadaş” edinebilmek ve genç erkeklere yaklaşabilmek için yaptıklarını yönetmen Mankiewicz etkileyici bir şekilde anlatmış, filmin pek çok bölümünde aynı katkıyı göstermemiş olsa da. Hikâyenin gerilimine ciddi bir katkı sağlayan bu bölümlere ek olarak, senaryodaki (ve aslında oyundaki) kimi diyaloglar da tedirgin havanın sürekli olarak canlı kalmasını sağlıyor. Örneğin Hepburn’ün, yumurtalarından çıkıp denize ulaşmaya çalışan yavru kaplumbağaların ve onların peşindeki vahşi kuşların hikâyesini anlattığı anlar oyuncunun da müthiş performansı ile adeta bir korku filmi sahnesini andırıyor. Taylor’ın akıl hastanesinde yanlışlıkla girdiği erkekler koğuşunda yaşadıkları ve elbette Sebastian’ın sonuna tanık olduğumuz “yamyamlık” sahnesi de yine bu gerilim/korku havasını destekliyor filmin.

Senaryonun gerçeklerin adını malum nedenlerle koyamamasından kaynaklanan ciddi problemleri olan film (örneğin İspanya’da olan şeyin sadece genç erkeklerin ve çocukların “açlığı” ile izah edilemeyeceği açık), zaman zaman tüm o klasik Hollywood kalıpları içinde kalmaya çalışması nedeni ile absürt bir görüntü de veriyor. Bu, beraberinde doğal olarak, bir zıtlık da yaratıyor kendisini özellikle oyuncuların performansı ve filmin mizanseni üzerinden gösteren. Bu nedenle arada şu hisse kapılıyorsunuz: “Bir B Filmi için yola çıkılmış ama ana akım sinemanın kuralları ile ilerlenmiş.” Kimileri epey başarılı yazılmış, oldukça bol diyaloglu bu filme zaman zaman yakışan zaman zamansa sırıtan bir ucuzluk havası katmış bu çelişki ama belki de filmin özellikle de zamanında eleştirmenler nezdinde pek tutulmamasına neden olmuş. Başta Sebastian’ın bahçesi olmak üzere set tasarımlarının dikkat çektiği film, odağındaki bu karakter üzerinden özellikle eşcinsel ağırlıklı bir okumayı da hak ediyor. Michael D. Klemm’in 2008 tarihli yazısı (http://www.cinemaqueer.com/review%20pages%202/suddenlylastsummer.html) başta lobotomi olmak üzere, filmin pek çok unsurunu Clift, Williams ve Vidal’ın eşcinselliğini de dikkate alan bir şekilde ilgi çekici bir biçimde inceliyor. Başta oyunculukları olmak üzere her öğesi ile yoğun, tuhaf bir film bu ve sesli çekilmiş bir sessiz film gibi olması ile de ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Görülmeli!

(“Bir Yaz Tatili”)

45 Years – Andrew Haigh (2015)

“Ölmemiş olsaydı ve İtalya’ya gidebilseydiniz, onunla evlenir miydin?”

Evliliklerinin 45. yılını kutlamaya hazırlanan çiftin, geçmişte kalan bir olayla ilgili haber almaları ile değişen hayatlarının hikâyesi.

İngiliz yazar ve şair David Constantine’in “In Another Country” adlı hikâyesinden uyarlanan, Andrew Haigh’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir İngiliz filmi. 2011 tarihli “Weekend – Hafta Sonu” ile büyük bir başarı kazanan sinemacının dört yıl sonra çektiği ve üçüncü uzun metrajlı filmi olan çalışma, sade hikâyesini iki usta oyuncunun başarılı performansları ile anlatan, gerçek insanları konu aldığı için sahicilik duygusunu her karesinde hissedeceğiniz çarpıcı bir film. Haigh bir önceki filminde iki erkek karakterin sadece bir gecelik ilişkilerinin beklemedikleri özel bir biçime bürünmesini konu alırken, bu kez biri kadın biri erkek iki karakterin ilişkilerinin birlikte geçirilen 45 yıldan sonra ve yine hiç öngörmedikleri bir şekilde etkilenmesini anlatıyor bize. Haigh bu iki filmin de gösterdiği gibi küçük hikâyeleri müthiş bir başarı ile ve yoğunluğunu her anında hissedeceğiniz bir şekilde anlatmanın ustası olan bir yönetmen ve Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’ın müthiş oyunculukları ile de desteklenen bir başarı ile filmini mutlaka görülmeli eserler arasına koyuyor rahatça. Sinemanın insanlara insanları anlattığında ve bunu içtenlikle ve dürüstlükle yaptığında nasıl etkileyici olabileceğinin çarpıcı bir örneği bu film.

Kırk beş yıldır evli ve çocukları olmayan bir çift var karşımızda ve bir pazartesi günü başlayan hikâye cumartesi günü yapılacak evlilik yıldönümünün arifesindeki karı kocayı anlatıyor bize. Yılların verdiği alışkanlık, sevgi ve saygının varlığını hissettirdiği bir hava ile karşımıza çıkan çift, adamın eşinden önceki kız arkadaşı ile ilgili gelen bir haberle beklemedikleri bir durum ile karşı karşıya kalıyor. Haigh’in senaryosu seyirciyi kadının gözünden konumlandırıyor hikâyeyi seyrederken ve biz de kadınla birlikte geçmişte kalan hikâyenin “sırlar”ının birer birer açığa çıkmasına tanık oluyoruz. Kadın açısından kişisel boyutta önemli olan bu gerçeklerin onun verdiği tepkiyi hak edip etmediği seyircinin karar vermesi gereken bir soru ve Haigh filmini doğal bir zarafet ile anlatırken bizi başka sorular ile debaş başa bırakıyor: 45 yıldır evli olan iki insanın birbirinden sakladıkları (ya da anlatmamayı tercih ettikleri) sırları olabilir mi, bunca yıl beraber olan iki kişi birden bir diğerini aslında hiç tanımadığı bir yabancı gibi görebilir mi, bazı anılar nasıl bir yakınlığa sahip olursa olsunlar başka hiç kimseye anlatıl(a)mayacak kadar sadece kişinin kendisine ait olabilir mi veya bir anı ile (ya da bir “hayalet” ile) baş edilebilir mi? Bu soruların genel bir cevabı olamaz elbette ve biz de tam bu nedenle sadece bu iki karakter, özellikle de kadın açısından cevapları öğreniyoruz (ya da onlarla/onunla birlikte düşünüyoruz).

Gelen haberin neden olduğu rahatsızlığın ve kadındaki kıskançlığın onun açısından gittikçe büyümesi ve müthiş final sahnesinin gösterdiği gibi sarsıcı bir etkiye ulaşmasının hikâyesi seyrettiğimiz. Final karesinde kadının elini kocasının elinden sert bir şekilde kurtarmasının ilişkilerinin geleceği için ne kadar kötü bir işaret olacağını seyirciye bırakıyor film ve çok da iyi yapıyor. Filmin derdi bir olay değil, bir süreç anlatmak ve bu süreç boyunca da sorular ile seyirciyi yüzleştirmek çünkü. Bunu yaparken de iki olağanüstü oyuncudan olağanüstü bir şekilde yararlanıyor. Charlotte Rampling ve Tom Courtenay, filmin çekildiği tarihte ilki 69, ikincisi 78 yaşında olan bu iki oyuncu karakterlerini adeta oyunculuk dersi vererek canlandırıyorlar: Her türlü yapaylıktan ve gösterişten uzak, sadeliğin ve doğallığın büyüsünü taşıyan ve karakterleri elle tutulacak derecede gerçek kılan oyunculuklar bunlar. Her iki oyuncu da -senaryonun doğal sonucu olarak da Rampling daha öne çıkıyor ama- yıldız gösterişinden uzak, elini uzatsanız dokunacağınız ve bu nedenle sizi bir anlamda tedirgin kılan bir yakınlıkta görünüyorlar hikâyenin başından sonuna kadar. Karşılıklı diyalogları, sessizlikleri, bu kadar az mimik ile nasıl bu kadar çok şey anlatabildiklerine hayret edeceğiniz yüz ifadeleri ile döktürüyorlar adeta. Oyuncunun sadece yüzü ile değil tüm vücudu ile karakterinin içine girdiğinde neler başarabileceğinin kanıtı her ikisinin de performansı. Yukarıda anılan final sahnesinde örneğin, Rampling’in elini hızla çekme hareketi o denli doğal bir güç taşıyor ki yüreğinizden bir parça koparıyor adeta.

Kahramanlarımızın gençlik dönemlerinin bugün her biri klasik olan şarkılarının yanısıra klasik eserlerin de yer aldığı çekici müzikleri olan filmin adına da yansıyan bir şekilde “zaman”a odaklandığını da söylemek mümkün. Sık sık kulaklarımıza gelen saat tik takları, hediye alınması düşünülen kol saati ve adamın “saatin kaç olduğunu bilmekten hoşlanmıyorum” sözü gibi somut unsurların yanında bir kavram olarak da zaman, hikâyenin göbeğinde yer alıyor. Adam için, zamanın unutturamadığı bir anı; her ikisi için, birlikte geçirilen onca uzun bir zaman; o zamana rağmen gizli kalanlar ve finalde karşı karşıya kaldığımız soru: Açılan yarayı iyileştirecek bir zaman var mı önlerinde bu iki insanın? Haigh bunları incelikle anlatırken, sinema dilindeki zarafeti görsel ve işitsel öğelerle de destekliyor. Lol Crawley’nin görüntüleri tıpkı Haigh’in dili gibi sade, doğal ve gerçekçi bir hava taşıyor ve hikâyeye ciddi bir katkı sağlıyor. Benzer şekilde ses bandı da ilginç filmin: Açılış jeneriğine eşlik eden dia makinası sesi (ki daha sonra kritik bir sahnede tekrarlanıyor) veya tüm o şarkılar çok iyi düşünülmüş bir çalışmanın sonucu kesinlikle.

İki orta sınıf insanının, iki mantıklı insanın hayatlarını belki de kökten değiştirecek günlerini sizi içine çeken yalın bir duygusallıkla anlatan film, evet, büyük olayların yer aldığı bir hikâyeye sahip değil, her iki karakter de karşı karşıya kaldıkları duruma yüksek sesli tepkiler vermiyorlar ama işte belki tam da bunun da katkısı ile seyirciyi yüreğinden yakalıyor film. Bir kalp kırıklığını, bir allak bullak olma durumunu ve her parametresine hâkim olduğunuzu sandığınız bir hayat (geçmiş) hakkında aslında ne kadar yanıldığınızı fark etme hâlini hüznün tüm gücü ile anlatan bir film bu ve Andrew Haigh’in ustalığının yanısıra bir şeyin daha kanıtı oluyor: Sinemada estetik sadece (veya mutlaka) biçimsel alan ile ilgili değil, işte burada olduğu gibi filmin size geçirdiği duygularla, yarattığı duygusal ve düşünsel atmosfer ile de ilgili bir kavram estetik. Geri döndürülemeyecek bir geçmişi hatırlamanın “korkunçluğu” ile ilgili bu film mutlaka görülmeyi hak ediyor. Adamı ön planda ama flu, kadını ise arkada, net ve ona bakar bir şekilde gösteren posterin inceliğine ve sembolizmine ayrıca dikkat!

(“45 Yıl”)

A View to a Kill – John Glen (1985)

“Evet, sayın bakan. Uzayda, Birleşik Krallık üzerinde patlarsa, içinde mikroçip olan her şey, bir modern tost makinesinden savunma sistemimizdeki en karmaşık bilgisayarlara kadar her şey, işe yaramaz hâle gelir”

Mikroçip tekelini kurmak için Silikon Vadisi’ni yok etme planı yapan çılgın bir adama karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

1973 yılında “Live and Let Die – Yaşamak İçin Öldür” ile Bond kariyerine başlayan ve toplam yedi kez sinemanın bu ölümsüz ajanını canlandıran Roger Moore’un son Bond rolü. Adını Ian Fleming’in bir hikâyesinden alsa da tamamen orijinal olan senaryosunu Richard Maibaum ve Michael G. Wilson’ın yazdığı filmi John Glen yönetmiş (onunsa toplam beş Bond yönetmenliği var kariyerinde). Duran Duran grubunun seslendirdiği şarkısı, yine Maurice Binder imzalı etkileyici açılış jeneriği, hikâyesi çok dolu olmasa da senaryonun iyi kurgulanması, artık yorgun ve yaşlı görünen Moore’un son Bond’unu seyretmenin heyecanı, Christopher Walken’ın kötü adamdaki karizmatik performansı, Grace Jones’un varlığı, hikâye boyunca karşımıza gelen aksiyon sahnelerinin sağladığı keyif ve -tüm bunları bir kenara koysanız bile- Bond’un bir kez daha dünyayı kurtarmasına tanık olmanın önemi ile görülmeyi hak eden bir film bu. Evet, en iyi Bond filmlerinden biri değil belki ama yine de geçerli bir yargı bu.

Jenerik öncesindeki aksiyon sahnesinde, sonradan Sibirya olduğunu öğreneceğimiz bir yerde Bond’un Sovyet askerlerinden kaçışını ve yine sonradan “003” olduğunu öğreneceğimiz bir adamın cesedinden bir mikroçipi alırken görüyoruz. Başarılı kayakla takip kareleri ile dolu bu bölüm hayli heyecanlı ve bir Bond filmine yakışır düzeyde. Alman kayakçı Willy Wogner’in yönettiği bu bölümde Bond peşindeki onca Sovyet kayakçıyı atlatırken elbette yükseklerden atlıyor, karda müthiş bir gösteri yapıyor ve hatta kısa bir süreliğine de olsa su üzerinde de kayarak devam ettiriyor şovunu. Sonrasında usta jenerik tasarımcısı Maurice Binder’ın her zamanki gibi göz alıcı jeneriği ve ona eşlik eden Duran Duran şarkısı geliyor karşımıza hikâyenin devamından önce. Işık oyunları, buz ve ateş görüntüleri, kayakçılar ve elbette -çıplak siluetleri ile gösterilen- kadınlar bu başarılı jeneriğin malzemesi olurken, Binder’ın işinde ne kadar usta olduğuna bir kez daha tanık oluyoruz.

Bond her hikâyede olduğu gibi burada da sadece analitik zekâsını ve fiziksel becerilerini göstermekle kalmıyor, birbirinden farklı alanlardaki uzmanlığını da konuşturuyor. Dört kadınla yatağa girmeyi başarıyor (Grace Jones ile olanı bir parça absürt olsa da), bir yarışı hangi atın kazanacağını biliyor, iyi içkiden anlıyor, Sovyetler’in ilk kez kendi vatandaşı olmayan birine verdikleri Lenin Nişanı’nın sahibi oluyor vs. Sonuçta süper bir ajan var karşımızda ve daha önceki (ve sonraki) tüm maceralarında olduğu gibi şaşırtıcı olan onun bu yeteneklere sahip olmaması olurdu. Ajanımız bu yeteneklerini sergilerken, film de aksiyon sahnelerinde sadece heyecanlandırmayı değil, zaman zaman eğlendirmeyi de başarıyor. Eyfel Kulesi’nde başlayan, karada devam eden ve Seine üzerindeki bir teknede sona eren takip ve kavga sahnesi, Bond’un sonunda ikiye ayrılan bir taksi ile havadaki paraşütlünün peşine düşmesi gibi eğlenceli anları da içeren heyecanlı bir bölüm örneğin. Denizin altında nefessiz kalmışken, birlikte denize düştüğü arabanın lastiğindeki havayı içine çekmeyi akıl edecek kadar zeki olan Bond’un Golden Gate Köprüsü üzerindeki heyecanlı anlarını (kuşkusuz çok da inandırıcı değil köprünün askı halatları ve direklerinde geçen bu anlar ama ne önemi var ki bunun?), bir itfaiye arabası ile peşindeki polisleri atlatmasını ve terk edilmiş bir gümüş madeninde geçen tüm finali de ekleyebiliriz filmin keyifli aksiyon sahnelerinin arasına. Bütün bu aksiyon sahnelerinde elbette dublörler oynamış (ve sahnelerin içeriği epey yorulduklarını da gösteriyor) ve bazılarında çok da iyi gizlenememiş bu ki dikkatli bir göz rahatsız olabilir bu durumdan.

Roger Moore bu filmde oynarken elli dört yaşındaymış ve şimdilik en yaşlı Bond oyuncusu olurken, bu durumu da pek gizlenememiş filmde. Rolü için bir parça yorgun ve yavaş görünüyor Roger Moore ve hikâyenin oyunculuk açısından öne çıkan ismi Christopher Walken oluyor. Tuhaf bir deneyin “ürün”ü olan kötü adamı çarpıcı bir şekilde oynuyor oyuncu ve özellikle onun sadistliğini ve zekâsını gerçekçi bir biçimde getiriyor karşımıza. Zaten ölecek olan ve can havli ile kaçan insanları silahı ile sadistçe bir zevk ile tarayan, planını gerçekleştirebilmek için tetikleyeceği bir depremle bir milyondan fazla insanın ölecek olmasını umursamayan bu adam Bond serisinin en önemli kötülerinden biri olarak ve Walken’ın sağlam oyununun da sağladığı destekle iz bırakan bir karakter oluyor. Bond kızlarından biri olan, kötü adamın baş yardımcısı “tuhaf” kadını oynayan Grace Jones androjen kimliğini emrine verdiği karakterinde tuhaf ama ilgi çekici bir performans ortaya koyarken (özellikle ilk sahnesindeki kahkahası hayli “zorlama” ve bu yüzden de epey rahatsız edici olmuş belki de istendiği gibi), diğer Bond kızını oynayan Tanya Roberts vasat (hattta Razzie ödülüne aday olacak kadar kötü kimilerine göre) bir oyunculuk gösteriyor.

Öyle ahım şahım bir hikâyesi yok filmin ama senaryonun akıllıca kurgulanması bunu çok da dert ettirmiyor seyircisine. Bond karakterine getirdiği eğlenceli havası ile bilinen Roger Moore’un bu özelliğine de sık sık tanık olduğumuz filmin bir diğer özelliği de tam on dört kez Moneypenny rolünde oynayan Lois Maxwell’in son kez bu karaktere can vermiş olması. Bond ile May Day’i (Grace Jones’un karakteri) anlamsız bir şekilde yatağa sokmak gibi bir problemi olsa da, kötü adamının aynı zamanda bir kurban olması ile de farklılaşan ve nihayetinde bir Bond filmi olarak görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Ölüme Bir Bakış”)