Seni Seviyorum – Atıf Yılmaz (1983)

“Kraliçem, dışarı çıkma, n’olur! Dışarıda bu güzelliği yiyip bitirmeye hazır, canavar bir dünya var”

Zengin olma düşleri nedeni ile terk ettiği kadını yıllar sonra bir pavyon şarkıcısı olarak bulan bir iş adamının vicdan azabı ve adamın yeni bir hayat kurma teklifi karşısında kadının kapıldığı tereddüdün hikâyesi.

Macit Koper’in orijinal senaryosundan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir film. Melodram türü içinde değerlendirilebilecek olan film, temel olarak klasik bir Yeşilçam hikâyesi olsa da gerek Koper’in senaryoya yerleştirdiği kimi unsurlar gerekse Yılmaz’ın farklı bir mizansen kurma çabası ile bu klasik havadan bir parça uzak duruyor. Kimi yardımcı oyuncuların başarısı, Cihan Ünal’ın tiyatro etkilerinden arınmış ve sadeliği öne çıkaran performansı ve Türkan Şoray’ın senaryodan kaynaklanan nedenlerle zaman zaman daha önce görmüşlük hissi yaratan bazı sahnelerdeki sıkıntısına rağmen, diğer bazı sahnelerdeki etkileyici oyununun dikkate değer kıldığı filmde Cahit Berkay’ın müziği de hikâyeye çekicilik katmış. Sadece kötü değil, aynı zamanda yanlış olarak da tanımlanması gereken finali ve Yılmaz’ın filmi hakkındaki iddialı ifadesini (“Senaryonun kurgusundaki özelliklerle melodramatik kalıbı kırladık, zorladık. Meodrama yeni, denenmemiş öğeler katmaya çalıştık.”) hemen hiçbir şekilde desteklemeyen hikâyesi ve yönetmenlik anlayışı ile bir başarı olarak görmenin pek mümkün olmadığı film, yine de aksamayan anlatımı ile ve kısıtlı ölçüde gerçekleştirilebilmiş olsa da farklılık çabası ile ilgiyi hak ediyor.

Önemli bir kısmı Hatay, İskenderun’da ve bir pavyonda geçen filmin hikâyesini Türkan Şoray, “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “bir konsomatrisin dramı” olarak anlatıyor ve Atıf Yılmaz’ın iddialı savını destekliyor, filmi “şiirsel” olarak da nitelendirerek. Filmin takdir edilmesi gereken ve zaman zaman gerçekten etkileyici olmasını sağlayan bir farklı olma çabası var ve kesinlikle doğru bir çaba bu; çünkü senaryoyu yazan Macit Koper Yeşilçam’ın bolca anlattığı bir temadan yola çıkarken bu temayı 1980’lerin havasına ve Yılmaz’ın “kadın filmlerinin ustası” olarak anılmasına lâyık bir seviyeye çıkarması gerektiği bilinci ile çalışmış. Ortaya çıkan sonuç, bir farklılık içeriyor ama bu farklılık ne Yılmaz’ın öne sürdüğü bir radikal yaklaşım iddiasını destekliyor ne de tatmin edici bir seviyeye ulaşabiliyor. Adamın suçluluk duygusu ve bunun neden olduğu vicdan azabı ile “acıma” ve “kendini savunma” duygularının birbirine karıştığı ruh hali, kadının geçmişin güzelliğinin artık geri döndürülemeyeceği inancı ile içinde yeşeren bir umut arasında kalması gibi unsurları var hikâyenin ve açıkçası filme seyircinin ilgisini ayakta tutacak bir zenginlik de katıyorlar. Koper’in hikâyesi için tercih ettiği ve bir melodrama da bu yakışır diye düşündüğü finali ise tüm bu zenginlikleri süpürüp götürüyor nerede ise. Sorun finalin mutlu bir son ile mutsuz son arasında yaptığı seçim değil, bu seçimi destekleyecek ve anlamlı kılacak gerekçeleri seyirci için kesinlikle yaratamamış olması. Öyle ki bu anlamsız final ile film sona erdiğinde aldatıldığınız hissine bile kapılmanız mümkün.

Sinemamızın filmlerin sessiz çekildiği yıllarının tipik hastalığı olan, şarkı söylenen sahnelerdeki senkronizasyon problemine burada da tanık olmak rahatsız edici ve bu problemin Şoray’ın standart bir oyunculuktan pek uzaklaşamadığı pavyon sahnelerine denk gelmesi ile artıyor bu rahatsızlık. Şoray’ın pavyon şarkıcısı Aygül’ü değil, o kimlikten sıyrıldığı ve otel odasında yalnız kaldığında dönüştüğü Selma’yı ve onun gençliğini canlandırdığı sahnelerde parladığı ve usta bir oyuncu olduğunu gösterdiği filmde sanatçının kendi yaptığı dublajının karakteri için bir parça fazla zarif kaldığını söylemek gerekiyor. Sanatçının karakterinin ise Yılmaz’ın iddialı söyleminin aksine sinemamızdaki benzerlerinden çok da bir farkı yok. Pavyondaki diğer bazı karakterler üzerinden yeni bir şeyler söylüyor ve/veya gösteriyor film ama: Örneğin Şoray’ın şoförlüğünü yapan adam (Bülent Bilgiç) veya pavyonda çalışan kadınlardan biri (Serra Yılmaz) oyuncuların da katkısı ile filmin ilginç öğeleri arasına giriyorlar ama burada da karşımıza senaryonun bu ilginç karakterleri yaratıp, gerisini pek düşünmemesi ve derinleştirmemesi onları çıkıyor ve bu da başarıyı kısıtlıyor. Hikâyede hiçbir yeri olmayan “pipolu entelektüel yazar” karakterinin o tek sahnesi ile ne amaçlıyor film anlamak pek mümkün değil ve aklımıza ancak bunun bir gönderme olabileceği geliyor ama bu da boşlukta kalıyor sadece. Senaryonun bir kenar mahalle kızından pavyon şarkıcısına dönüşen kadına “hatırlamak” değil, “anımsamak” kelimesini kullandırmasını, iç ses kullanımı ile yaratmaya çalıştığı şiirselliğe Şoray’ın düşüncesinin aksine pek de ulaşamamasını ve karakterleri sık sık “tesadüfen” karşılaştırmasını da olumsuz anlamda hatırlatmak gerek. Buna karşılık, hikâyede sakil dursa da amacı doğru olan ve ne yazık ki filmin geneli ile uyuşmayan karıncalı sahneyi, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki mutluluk anısını yıllar sonra bu kez Hatay Arkeoloji Müzesi’nde yeniden yaşayan kadının hüzünlü mutluluğunu ve buradaki sembolizmi, “seninle para için yatabilirim” tehdidini ve hikâye boyunca canlı tutmayı başardığı melankolik havayı ve hüzün duygusunu ise senaryonun artı hanesine ekleyebiliriz rahatlıkla.

Yönetmeninin iddialarının çoğunu -en azından yeterince- karşılayamayan film, 80’li yılların eli yüzü düzgün filmlerinden biri olarak ve yukarıda sıralanan kimi başka özellikleri nedeni ile ilgiyi hak ediyor yine de. 80’lerde çekilmiş ve “güncellenmiş” bir Yeşilçam melodramı olarak da niteleyebileceğimiz filmi görmekte yarar var.

If It’s Tuesday, This Must Be Belgium – Mel Stuart (1969)

“Gezmek mi dedin? On sekiz gün boyunca, dokuz iğrenç ülkede deliler gibi koşuşturmaktan başka bir şey değil bu. Üstelik anne olmak zorundayım; sonra baba, psikiyatrist, ev sahibi ve öğretmen; ayrıca tercüman, ara bulucu ve şakacı insan. Ve tüm bunlar aptal bir Amerikalı grup için!”

On sekiz günde dokuz Avrupa ülkesini gezen bir Amerikalı turist grubunun ve İngiliz rehberlerinin hikâyesi.

David Shaw’ın orijinal senaryosundan Mel Stuart’ın çektiği, A.B.D. yapımı bir film. Kalabalık kadrolu bu komedi, kısa rollerde Avrupa sinemasının kimi ünlülerinin yanısıra başka ünlü isimlere de yer vermek gibi hoş ve çekici bir yanı da olan “tatlı” bir film. Mizah ile romantizmi hoş bir şekilde bir araya getiren hikâye çok derin ve farklı olmasa da ve sonuçta filmin zaman zaman birbiri ile çok da ilgili olmayan veya daha doğru bir deyişle, yeterli ve gerekli bir bütünselliğe ulaşmayan bölümler içeren bir havası olsa da, kesinlikle eğlendiren bir çalışma bu. Çok fazla şey beklemeden, “hoşça vakit geçirmek” için izlenebilecek türden bir film özetle söylemek gerekirse. Avrupa’dan karşımıza getirdiği ama çoğunlukla hikâyenin önüne geçirmeden dozunda kullanmış göründüğü doğal ve tarihî güzellikler de filmin bonusu olarak dikkat çekiyor.

Donovan’dan Vittorio de Sica’ya, Catherine Spaak’dan Senta Berger’e, Joan Collins’den Anita Ekberg’e ve Elsa Martinelli’den Virna Lisi’ye pek çok ünlü oyuncunun kısa rollerde karşımıza çıktığı film, Avrupa’ya her biri farklı nedenlerle gelmiş Amerikalı bir turist grubunun komik turunu anlatıyor bize. Ünlü Avrupalı isimlerin hikâyeye ilave bir çekicilik kattığı ve filmin de bundan yararlanmak istediği açık ama filmin ayrıca bu isimler aracılığı ile Amerika’dan Avrupa’ya bir sevgi mesajı gönderdiğini düşünmek de mümkün. Hikâye tipik bir turist grubunu Londra’da başlayıp Roma’da sona eren tur boyunca gezdirirken, tüm komedisi altında gezdiği yerlere saygı ve sevgiyi hiç eksik etmiyor çünkü. Shaw’ın senaryosu hem Amerikalıları hem Avrupalıları kültürleri, alışkanlıkları ve hayata bakışları ile esprilerinin hedefi yaparken bir taraf tutmuyor hiç ve hikâye boyunca kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak bir içerik ile sergiliyor tüm karakterlerini. Kalabalık kadrosunun tümünün karakterlerini keyifle oynadığı filmde rehber rolündeki Ian McShane ve onun aşık olduğu yolcu kadını canlandıran Suzanne Pleshette öne çıkarken, Sandy Baron ve Murray Hamilton kendilerine ayrılan sahnelerin de yardımı ile dikkat çeken diğer isimler oluyorlar.

Her ne kadar tur dokuz ülkede dolaşıyorsa da hikâye temel olarak İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, İsviçre ve İtalya’da geçiyor ve ayrılan sürenin uzunluğu ve yan hikâyelerin önemli bir kısmının çözüme uğradığı yer olarak İtalya’ya bir ayrıcalık tanınmış gibi görünüyor. Donovan’ın yazdığı ama J. P. Rags tarafından seslendirilen ve film ile aynı ismi taşıyan sevimli şarkı ile açılan filmde Donovan’ın kendisinin de bir sahnesi var ve sanatçının o sıradaki ünü dolayısı ile gereğinden uzun tutulmuş görünen bu sahnede kendi yazdığı “Lord Of The Reedy River” adlı şarkıyı söylüyor müzisyen. Diğer “misafir” oyuncular içinde sahnesi en uzun olan isim İtalyan sinemacı Vittorio de Sica bir ayakkabı ustasını canlandırırken, el yapımı orijinal bir ayakkabı sahibi olmanın peşindeki Amerikalı turistin düştüğü komik durumun da yaratıcısı oluyor. Shaw’ın senaryosunun temel başarısı, kalabalık karakter sayısının her birinin kendi hikâyesini yaşamasını ve bizim de bu hikâyelere keyifle tanık olmamızı sağlayabilmesi. Sadece yolcuların her birini değil, onların yol boyunca karşılaştığı kimi yerel karakterleri de tanıyabilmemizi sağlıyor senaryo ve bunu yaparken sayıları belki yeterince çok olmayan kimi sıkı espriler de yakalıyor. Tur otobüsü Londra caddelerinde dolaşırken ve her biri Amerika’da da olan markaların isimlerini taşıyan mağazaların önünden geçerken “Bana her şey çok yabancı geliyor” diyen kadın turist, geziye gelme amacı her yerden bir şey (otellerden havlu, telefon cihazı, tekneden can simidi, kafeden kül tablası vs.) aşırmak olan ve hikâye ilerledikçe gittikçe ağırlaşan (ve ülkesinden sırf bu amaçla boş olarak getirdiği) bavulu finalde bir trajedi ile karşılaşan adam, tur boyunca şikâyet eden ve bunu “O üç güzel kelimeyi duymak için neler vermezdim: Yankee Go Home” cümlesi ile dile getiren mutsuz turist, gittikleri her ülkede bir kadınla yattığına arkadaşlarına inandırmak için kadınların fotoğraflarını çekmeye çalışan adam, bıkmadan usanmadan İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’da katıldığı savaşları anlatan bir diğeri ve anlaşılan “her limanda bir sevgilisi” olan ama turdaki aksaklıklar nedeni ile bir türlü onlarla yatağa giremeyen rehber hikâyenin komedisinin kaynaklarından sadece birkaçı.

Tıpkı turun kendisi gibi hızlı ilerleyen film bu nedenle zaman zaman “sıradaki espri gelsin” anlayışı ile kurgulanmış gibi görünüyor ve bu da doğal olarak hikâyenin derinleşmesini engelliyor. Yine de bunu çok dert etmek gerekmiyor gibi çünkü filmin böyle bir meselesi yok zaten ve tatlılığı ile her birini seveceğiniz karakterleri ile eğlendirmeyi amaçlıyor sadece. Mesajları da var hikâyenin elbette ama hayli alçak gönüllü bunlar: Örneğin savaşın iki karşıt cephesinde savaşmış iki karakterin önemli bir çarpışmanın yaşandığı bir noktada ve aynı anda, birbirlerinden haberleri olmadan bu çarpışmayı yanlarındaki kadınlara anlatmaları sadece komik olmakla kalmayıp, aynı zamanda naif bir savaş karşıtı mesaj da veriyor bize. Tüm kültürel farklıklar üzerinden üretilen espriler ise aslında bir kültürel zenginliğin tadını çıkaran içerikleri ile seyirciye de bunu öneriyorlar.

Tüm klasik turist duraklarına uğrayan ve dolayısı ile seyircisini de oralara götüren film, İtalya’ya torpil geçerken çekici görüntülere de tanık olmamızı sağlıyor ve hemen hiçbir anında bir kartpostal sergisine dönüşmüyor. Hiç tanımadığı akrabalarını İtalya’da ziyaret eden adamın yaşadıkları, turda birbirlerini kaybeden karı kocanın Ren nehri üzerinde farklı yönlerde ilerleyen teknelerde olmaları ve rehberin ilk kez aşık olması gibi öğeleri ile komediyi, romantizmi ve hatta hüznü (savaştaki İtalyan sevgilisini yıllar sonra görmeye giden Amerikalı’nın hayal kırıklığı!) bir arada götüren filmde yönetmen Mel Stuart’ın ne yazık ki sayısı hayli kısıtlı anlarda başvurduğu ”serbest stil mizansen” de bir hoşluk yaratıyor. Filme hikayeye yakışan bir Avrupalı hava veren bu kısıtlı anlar (örneğin ABD’den sürpriz bir şekilde çıkıp gelen sevgilinin sahnesi) hem 1960’lar sinemasının “özgür” havasını çağrıştırması nedeni ile hem de farklılığı ile önemli ama nedense pek yüz vermemiş bu farklı üslup denemesine yönetmen Stuart.

Bu hoş ve hafif film bir klasik komedi değil kesinlikle ve hikâyede -tüm yan hikâyeler bir sonuca ulaşsa da- ciddi bir bütünlük eksikliği var ama yine de izlemeye ve keyif almaya engel değil bu durum. Vilis Lapenieks’in görüntülerinin başarısını da anarak, filmi görmekte yarar var diyerek bitirelim ve küçük rollerde ayrıca Ben Gazzara ve John Cassavates’i görme fırsatınız olacağını da ekleyelim.

(“Çılgın Turistler”)

Talihli Amele – Atıf Yılmaz (1980)

“Tutun ki benim amelelerim, bırakın benim amelelerimi, otomobil işçisi otomobillere, dokumacı işçisi kumaşlara sahip çıkmaya kalksa, bunun sonu nereye varır beyefendi? Ben ürettim, sahibi de benim? Servet düşmanlığı! Anarşiyi böylece büsbütün körüklemiş olmuyor musunuz?”

İnşaatlarda amele olarak çalışmak üzere İstanbul’a gelen bir köylünün bir reklâm kampanyasının kurbanı olmasının hikâyesi.

Başar Sabuncu’nun senaryosundan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir tüketim toplumu ve kapitalizm taşlaması. Sansür tarafından yasaklanan ve ancak Danıştay’ın izni ile gösterime girebilen film 1980’ler Türkiye sinemasının kayda değer yapımlarından biri. Yılmaz’ın aksamayan tempolu anlatımı ile dikkat çeken film asıl olarak politik taşlama diyebileceğimiz içeriği ile önem taşıyor. “Mehmet Ali Harikalar Diyarında” alt başlığı ile de bilinen film, İtalyan sinemasının bir zamanlar sıkça örneğini verdiği türden, sol bir dünya görüşünün uzantısı olan temalar üzerine oturtulmuş hikâyesi ile popüler bir güldürü ve başroldeki İlyas Salman ve kimi yardımcı oyuncuların performansı ile de ilgi toplayabilir. Bazı karakterlerin klişelerle kurulmuş olması veya mizahının her zaman güçlü olmaması gibi problemleri olsa da ilgiyi hak eden bir Atıf Yılmaz filmi bu.

Başar Sabuncu kendi yazdığı “İşgal” adlı oyunu 1977 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelemiş ilk olarak. 12 Eylül darbesinden sonra şehir tiyatrosundan uzaklaştırılınca gitmek zorunda kaldığı Almanya’da da ünlü Schaubühne tiyatrosunda bir kez daha sahnelemiş bu oyunu. Film, onun bu oyundan yola çıkarak yazdığı senaryo ile çekilmiş ve Sabuncu’nun politik metninin öne çıkarılmış olması ile dikkat çekiyor. Hikâye tüm bir toplumsal düzeni (özellikle ekonomik ve sosyal alanda) eleştiriyor ve uzun süredir Türkiye sinemasında üretil(e)meyen bir türün örneği olarak ciddi bir önem taşıyor. Filmin çekildiği ve gösterime girdiği dönemin koşulları düşünüldüğünde, hem özgürlükler ve demokrasi hem de sanatsal üretim açısından ne kadar geriye düştüğümüzü gösteren bir film bu üzerinden geçen otuz altı yıldan sonra. Günümüz yerli komedilerinin birkaçı istisna olmak üzere kabalıkta gidilebilecek en uç noktada pervasızca gezindiklerini düşünürsek, hayıflanmamak elde değil içinde bulunduğumuz sanatsal ve toplumsal iklim nedeni ile.

Beş, altı aylığına İstanbul’a çalışmaya giden saf ve dürüst bir köylünün kendini düzenin tüm egemen öğelerinin sömürdüğü ve işleri bitince (ve daha da önemlisi, sembolü olduğu durum “iktidar”ı tehdit eder duruma gelince) bir kenara attığı biri olarak bulmasını ve hatta “ortadan kaldırılması”nı anlatıyor film. Sıkı ve doğrudan bir eleştirisi var hikâyenin: İş adamları ve medya filmin iki temel saldırı alanı ve her ikisinin kendi iktidarlarını ve bu iktidarların temeli olan düzeni nasıl özenle koruduklarını ve bu düzeni tehdit eden herhangi bir unsuru nasıl süratle yok edebildiklerini anlatıyor bize hikâye. Bununla yetinmeyip çok net bir tüketim toplumu eleştirisine de soyunuyor film. Örneğin pencereden dışarı televizyon, çamaşır makinesi gibi tüketimi reklâmlarla sürekli olarak özendirilen eşyaların atıldığı sahne hem tüketim üzerine kurulu düzene isyanı gösteriyor bize hem de olaya tanık olanların bu tepkiyi şaşkınlıkla karşıladığını vurgulayarak, sıradan insanın kendisini sömüren bir düzeni nasıl içselleştirilmiş olduğunu belirtmiş oluyor. Hikâyenin anlattığı direniş (veya karşı çıkış) temel olarak bireysel olsa da inşaatta çalışan diğer işçilerin desteği ve kahramanımızla şu ya da bu şekilde bir dayanışması var ve işçilerden özellikle biri kimi söylemleri ile kendi alçak gönüllü yapısı içinde bir sol bakışı da içeriyor. Finali hüzünlü ama düzenle bir bireyin mücadelesi olarak değerlendirince gerçekçi olan film bireylerin insan değil, tüketici olarak görüldüğü bir toplumu getiriyor önümüze özetle.

“Amele”nin reklâm filmi çekimi sahneleri (özellikle sembolik bir “anahtarı alamama” bölümü”), bankanın reklam müdürünün işçilere gömlek ve -herhalde bankanın hazırlattığı- “Anadolu’nun Kültür Hazineleri” kitabını hediye etmesi veya Ecevit’in “Toprak, ekenin; su, kullananın” sözüne “bina, yapanın”ı eklemesi gibi unsurları ile de önemli olan film, reklâmcıların sol söylemleri kendi hedeflerine uygun şekilde nasıl çarpıtıp kullandığını hikâyesinin ana temalarından biri yapması ve elbette medya ve sermayenin iş birliğini sergilemesi ile de ilgiyi hak ediyor.

Bir meselenin peşine düşen içeriği ile başarılı olan film bu içeriği, hatırlattığı İtalyan politik komedileri kadar güçlü işleyemiyor ne yazık ki. Mizah bazen kabalaşıyor ve her zaman da güçlü değil örneğin. Başta reklâm şirketinin yöneticisi olmak üzere kimi karakterler fazlası ile klişe söylemlerden izler taşıyor (adamın pipo içmesi, konuşurken araya Fransızca sözcükler karıştırması vs.) ve bu da hikâyenin gücünü azaltıyor. İlyas Salman’ın başarılı performansına rağmen kimi sahnelerin zorlama olması da önemli bir problem film adına. Örneğin Salman’ın telefona, bu cihazı bırakın daha önce kullanmayı, varlığını bile duymamış gibi yaklaştığı sahne oyuncunun başarısı ile belki komik ama kesinlikle gerçekçi değil. Mehmet Duru’nun müziği zaman zaman fazla “tiz bir gürültü” havasında kullanılmasa daha doğru olurmuş açıkçası. İçerik kaygısının özel bir sinema dili yaratma kaygısının önüne geçtiği de açık ve Yılmaz’ın dili her ne kadar aksamasa da özel bir başarı da göstermiyor.

“Dünyayı biz inşa ediyoruz, altında biz kalıyoruz” hakları için eylem yapan inşaat işçileri sendikalarının sıklıkla kullandığı bir slogan günümüzde. Film, inşa eden ama inşa ettiğini sahiplenmesine izin verilmeyen bir amelenin trajik sonunu anlatıyor bize ve sadece bununla bile görülmeyi hak ediyor. Kaldı ki bir ev işgali bile var hikâyede ve sinemasının yeterince güçlü olmamasını unutturacaktır pek çok kişiye! Sonuç olarak, Salman’ın yanısıra Aliye Uzunağatan ve Mustafa Alabora başta olmak üzere diğer oyuncuların da keyifli performanslar sergiledikleri film görülmeli.

On Her Majesty’s Secret Service – Peter R. Hunt (1969)

“Bir ajan kendinden başkasını düşünmek zorunda olmamalı”

İsviçre Alpler’inde kurduğu bir alerji araştırma merkezi aracılığı ile dünyayı ele geçirme planı yapan Blofeld’in peşine düşen Bond’un hikâyesi.

Yönetmen Peter R. Hunt ve oyuncu George Lazenby’nin ilk ve son Bond filmleri. Sean Connery’nin 1967 tarihli “You Only Live Twice – İnsan İki Kere Yaşar” filmnden sonra artık bu rolü oynamak istememesi üzerine Bond karakterini George Lazenby üstlenmiş ama sadece tek bir filmde hayat verebilmişti sinemanın bu ölümsüz ajanına. Pek çok kimse tarafından serinin vasat filmlerinden biri kabul edilse de ve zamanında eleştirmenler tarafından pek tutulmamış olsa da üzerinden geçen kırk sekiz yıldan sonra filmin -az ya da çok- hakkının yendiğini söylemek gerekiyor. Connery ile karşılaştırılmak gibi –gereksiz- bir talihsizlikle karşı karşıya kalan Lazenby işini hiç de fena yapmıyor açıkçası ve yönetmen Hunt da ortalarında bir parça temposu düşen hikâyeyi özellikle aksiyon bölümlerinde çekici bir biçimde anlatıyor. Ian Fleming’in aynı adlı romanına genellikle sadık kalınarak Richard Maibaum tarafından yazılan ve diyaloglarına Simon Raven’ın katkıda bulunduğu senaryo Bond filmlerinin pek çok “klişe”sini barındırırken, hikâyeyi de üç Avrupa ülkesinde geçiriyor: İngiltere, İsviçre ve Portekiz. Bond’un tüm fiziksel ve zihinsel becerilerini ortaya serdiği hikâye onu ezelî ve ebedî düşmanı Blofeld ile karşı karşıya getirirken, ajanımızın sonraki hikâyelerde zaman zaman karşımıza çıkan kalp kırıklığının kaynağını da gösteriyor bize. Eğlenceli ve tipik bir Bond filmi bu; yeterince güçlü ve heyecanlı değil belki ama ajanın karizmasına da kesinlikle ihanet etmiyor.

George Lazenby’nin Bond tecrübesinin tek bir fim ile kısıtlı kalmasının farklı nedenleri sıralanmış sinema çevrelerinde zamanında; bunlardan biri oyuncunun yapımcı Albert R. Broccoli ile geçinememesi, Lazenby’nin bir kayak sahnesinde yapımcının itirazına rağmen dublör kullanmayarak kolunu kırması ve bunun da Broccoli’yi hayli kızdırması. Diğer nedenlerin birincisi Lazenby’nin özellikle İngiliz basını tarafından Sean Connery ile sonucu hep aleyhine olacak şekilde kıyaslanması ve bunun da kamuoyunun gözünde oyuncunun değerini düşürmesi; ikincisi ise Lazenby’nin Bond serisinin değişen sinema dünyasında ömrünün dolduğuna inanması. Bu son neden Lazenby için ciddi bir öngörüsüzlük olmuş Bond’un bunca yıl sonra hâlâ tüm canlılığı ile karşımızda olduğu düşünülürse. Aktörün kariyeri -ki çok da parlak olduğu söylenemez- muhtemelen çok farklı bir biçim alırdı eğer Bond serisinde devam ediyor olsaydı diyelim bu konuda son olarak.

Gişesi hayli iyi olan ve bütçesinin nerede ise on katı bir gelir sağlayan filmde Lazenby kabul etmek gerekir ki Connery’nin “vahşi çekiciliğine” veya kendisinden sonra bu rolü üstlenen Roger Moore’un “yumuşak çekiciliğine” sahip değil ve bu açıdan değerlendirince de karakterine bu iki oyuncunun yaptığının aksine kendi “persona”sından kalıcı bir iz bırak(a)mıyor; oyuncunun bugün bile Bond severlerin çoğu tarafından hep göz ardı edilmesinin en temel nedeni bu olsa gerek. Oysa Avustralya asıllı Lazenby, İskoçyalı Connery’den çok daha fazla İngiliz görünmeyi beceriyor Bond rolünde ve karakterin yaratıcısı Ian Fleming’in çizdiği ajana bu bağlamda çok daha iyi uyuyor aslında. Lazenby’in performansı belki Connery’inki kadar güçlü değil oyunculuk açısından ama uğradığı haksızlığı hak etmeyecek bir şekilde hiç aksamıyor ve Bond’un cesur, zeki, esprili ve seksî karakterini sergilemeyi başarıyor kesinlikle. Hikâyedeki Bond kızı rolündeki Diana Rigg ise hem çekici bir profil çiziyor hem de ortalama bir Bond kızından daha kompleks görünen karakterini gerekli ve yeterli bir duygusallıkla oynayarak hikâyeye seyir keyfi katıyor.

Yönetmen Peter R. Hunt önce açılış sahnesinde gösterdiği sonra da özellikle kavga sahnelerinde tekrarladığı çekici bir estetik atmosfer sağlamış filme. Başta yer alan ve deniz kenarında geçen sahne dalgaların içine de sarkan bir yumruk yumruğa kavgayı gösterirken hayli yüksek bir görselliğe ulaşıyor ve daha sonra beş ayrı Bond filmine yönetmen olarak imza atacak olan John Glen’in hızlı ve zaman atlamalı kurgusunun da katkısı ile kesinlikle eğlendiriyor bizi. Bond filmlerinin gedikli ismi Maurice Binder’ın imzasını taşıyan ve kadın siluetlerinin ve kum saatinin öne çıktığı çekici bir jenerik ile açılan filmde Lazenby’nin “dördüncü duvarı yıkarak”, çok kısa bir süre de olsa kameraya bakması ve Sean Connery’e bir gönderme de içeren “Diğer adama hiç böyle olmazdı” cümlesini söylemesini de bu tür için hayli radikal ve kesinlikle eğlendiren bir tercih olarak yönetmenin başarı hanesine eklemek gerekiyor. Hunt özellikle ortalarında bir parça uzayan filmin temposunda bu bölümlerde bir parça sıkıntı yaşasa da genel olarak heyecanı diri tutmayı başarıyor ve uzun takip sahnelerini çekici kılmayı beceriyor. Kayaklarla, kızaklarla ve arabalarla gerçekleştirilen kovalamaca sahneleri hayli uzun tutulmuş ama Hunt’ın becerisi bu sahnelerin hem sarkmasını engelliyor hem de bir tekrar hissinin doğmasına izin vermiyor hiç.

Hikâye boyunca pek çok ölüm tehlikesi atlatan ve her konunun uzmanı olan (tattığı havyarın ait olduğu bölgeyi, öptüğü kadının parfümünü, bir kelebeğin türünü hemen söyleyiveriyor örneğin) Bond’un bu filminde Alpler’in kar beyazı güzelliği, Michael Reed’in başarılı kamera çalışması aracılığı ile hikâyeye akıllıca yedirilirken, senaryo da kimi ilginç anlar yakalıyor. Örneğin, Bond’un gizlice bürosuna girdiği avukatın bir şey unuttuğunu zannederek büroya geri dönecek gibi olması Bond’un değil sadece bizim maruz kaldığımız bir gerilimi yaratıyor. Bond’un farklı bir kimlikle girdiği ve Alpler’in tepelerinden birinde yer alan bir enstitüde kendisini adeta bir “harem”in içinde bulması ise ajanın “zampara” (“womanizer”) kişiliğine esprili göndermesi ile dikkat çekiyor. Bu bölümdeki “Bond’un eteğinin altına sokulan el” esprisi/erotizmi de kabalaşmadan komik ve seksî olabilmenin güzel bir örneği kesinlikle.

Louis Armstrong’un seslendirdiği “We Have All the Time in the World” şarkısı, Blofeld’i canlandıran Telly Savalas’ın eğlenceli ve başarılı kötü adam performansı, Bond filmlerinde alışık olmadığımız hüzünlü finali veya Bond’un ilk kez bir filmde ağlaması gibi özellikleri de ilgiyi hak eden film çok fazla efekt kullanılmayan çekici aksiyon sahneleri ile de önemli. Uçurumdan düşen kayakçılar veya çığ sahnesi oldukça gerçekçi ve heyecan vericiyken, inek çanlarının arasında geçen ve çanların yarattığı melodinin eşlik ettiği kavga hayli eğlenceli; dağda başlayıp dağın eteğindeki kasabanın buz kaplı sokaklarında devam eden, kayakların, kızakların ve arabaların kullanıldığı uzun ve komik/heyecanlı kaçma/kovalama ise filmin teknik başarısının öne çıktığı bir bölüm oluyor.

Bir aşk hikâyesi olarak da (elbette tüm Bondvari öğelere ek olarak) izlenebilecek film, Bond’un işini ve hayatını sorguladığı hikâyesi ile de seri içinde farklı olanlardan biri. Romantik sahnelerin bir parça eğreti olmasını ve finalin yeterince vurucu bir mizansenle çekilmemiş olmasını filmin kusurları arasına ekleyip, Bond’un ilk kez “insan” olmayı ajan olmanın önüne geçirdiği ama karşılığında sadece bir trajedi ile karşılaştığı bu hikâyeyi, geçmişte uğradığı haksızlığa rağmen görülmeye değer filmler arasına eklemek gerekiyor. Evet, çok güçlü bir film değil; evet, Lazenby bir Connery değil; ne fark eder, işte bir Bond filmi bu ve elbette görülmeli.

(“007 James Bond Kraliçenin Hizmetinde”)