“Bu toprak senin, bu toprak benim”
Amerikalı ünlü folk şarkıcısı Woody Guthrie’nin hayat hikâyesi. 1930’ların Amerika’sında yoksulluk içindeki işçiler ve köylülerin sefaleti ile paralel yürüyen bir sorumlu sanatçı hikâyesi.
Teksas’ın boşlukta asılı gibi duran ve toz fırtınalarında boğulmuş bir kasabasında bir yandan gitar çalarken diğer yandan tabelacılık ile hayatını kazanmaya çalışan Guthrie (David Carradine) o dönemde pek çok yoksulun yaptığı gibi para kazanmak için batıya, Kaliforniya’ya gitmek zorunda kalır. Zorlu ve uzun yolculuğunda tanıştığı Ozark Blue (Ronny Cox) aracılığı ile yoksullara ve sömürü düzenine karşı duyarlılık kazanır ve tüm bir ömrünü şarkılarını onlar için söyleyerek geçirir. Ün, aile, para onun bu yolculuğunda vazgeçtiği pek çok şeyden bazılarıdır.
Gerek ve özellikle Teksas’ta, gerekse daha sonraki tüm sahnelerde olağanüstü bir görüntü yönetimi filme tüm damgasını vuruyor. Tozu, kuraklığı ve yoksulluğu elle tutulur hale getiren görüntü çalışması Haskell Wexler’e ait. Filmin büyük kısmı kahverenginin farklı tonları ile resmedilirken, farklı renk içeren nadir sahneler Kaliforniya’da geçiyor.
Guthrie’nin filmin hayli uzun bir bölümünü kapsayan ve otostopla, yürüyerek, kaçak binilen trenler ile gerçekleştirdiği Teksas-Kaliforniya yolculuğu hem sanatçının sonraki tüm şarkıları için en temel malzemeyi hem de hayatı boyunca taşıdığı sosyal duyarlılığı kazanmasını sağlıyor. Bu yolculuk bizi de gerçek Amerika ile yüzleştiriyor aslında. Yoksulluğun nasıl bir kıyamet olabileceğine, tek tek yoksulluğa katlanmaya çalışan insanların birlikte mücadeleden çekinmelerinin bu yoksulluğu nasıl daha da derinleştirdiğine, bireysel kurtuluşlarını güçlünün yanında yer almakta gören tüm o grev kırıcılarına, kaçak yolcu avcılarına bu yolculuk boyunca bizler de tanık oluyoruz. Neden yardım etmeyeceğini boş laf cambazlığı ile açıklayan peder de kilisenin bu konuda yer aldığı tarafı gösteriyor bize.
Amerikan sinemasında pek görülmeyen/gösterilmeyen bir sendikalaşma çabası, “bir avuç komünistin” bu uğurdaki mücadelesi ve grev teşviği filme saygı ile yaklaşılmasını gerektiren unsurlar. Sonuçta bu sinema “bir şeyler yapmalı”, “kararımı verdim yüksek sesle konuşacağım” benzeri diyalogları pek barındıran bir sinema değil. Elbette bir sol sinema örneği demek zor bu film için ama yine de tarlada çalışan gündelikçilerin zaman zaman Sovyet sinemasından esinlenmiş gibi duran çekimleri, sendika/grev gibi konulara dahil ol(a)masalar da en azından seslerini toplu müzik ile duyurmaya çalışan yoksulları ile takdir edilmesi gereken bir sinema eseri var karşımızda.
Duyarlılığını yitirmeden ve söylemek istediklerini çekinmeden söyleyerek güçlülerin dünyasında fazla ayakta kalamayacağını “şarkılarının içinde yoksullar, işçiler vs olmasın” talimatı ile anlayan Guthrie yine yollara düştüğünde film –yine görüntü yönetmeninin olağanüstü çalışması ile- bize özgürlüğü ve onun uğrunda geride bırakılabilecekleri bir kez daha hatırlatıyor. Sömürü düzenini sadece göstermekle kalmayıp bunun hem bir sonuç hem de yeni sömürüler için bir neden olduğunu bir sanatçı duyarlılığı ile didaktik olmadan anlatan başarılı bir film bu.
70’lerin değişim içindeki Amerikan sinemasının peş peşe ortaya koyduğu ve 80’lerde ne yazık ki izi hemen tamamen kaybolan sosyal eserlerin bir örneği olan filmin hemen tüm karelerinde yer alan David Carradine bir oyuncunun bir filmi nasıl sürükleyebileceğini de ispatlıyor. Filmin eksi hanesine yazılabilecek en temel husus, yolculuk bölümündeki başarının aksine Kaliforniya bölümünün zaman zaman tipik bir Hollywood biyografisine dönüşmesi.
(“Şöhret Yolunda”)