Taras Bulba – J. Lee Thompson (1962)

tarasbulba

“Seni stepleri sevdiğim kadar sevdim”

 

Gogol’un bir hikâyesinden çekilen film 16. Yüzyıl sonunda Ukrayna Kazaklarının Polonyalılar ile mücadelelerini anlatıyor. Filme adını veren Taras Bulba (Yul Brynner) bir Kazak lideri ve steplerin tekrar Kazakların elinde olacağı gün için savaş veriyor. Hikâyenin başında Türklere karşı Polonyalıların yanında savaşan Kazaklar Polonya prensi tarafından tuzağa düşürüldüklerini anlayınca güçlenip tekrar steplere dönmek üzere dağlara çekiliyorlar. “Düşmanını yenmek için onu tanımalı ve onun gibi düşünmelisin” prensibi ile iki oğlunu (Andrey-Tony Curtis ve Ostap-Perry Lopez) Kiev’e Polonyalıların akademisine gönderiyor. Orada ikinci sınıf muamelesi gören iki kardeş Andrey’in bir Polonyalı kıza aşık olması ile başlayan olaylar sonucunda geri dönmek zorunda kalıyorlar ve Polonya-Kazak mücadelesi kaldığı yerden devam ediyor.

 

Klasik bir romanın (daha doğrusu bir uzun hikâyenin) Hollywood eli ile sinemalaştırılmasına bir klasik örnek. Günümüz sinemasında, örneğin tüm bir Yüzüklerin Kardeşliği serisinde, bilgisayar efektleri ile sayıları çoğaltılan savaşçıların bir zamanlar gerçek insanlar tarafından ve gerçekten perdede görünen sayı kadar insan tarafından canlandırıldığını hatırlamak güzel ama bir filme Hollywood’un eli değince kaçınılmaz olan tüm unsurlar da karşımıza geliyor bu filmde. Filmin çekildiği 1962 yılında 37 yaşında olan Tony Curtis’in aynı tarihte 42 yaşında olan Yul Brynner’in üstelik de 20’li yaşlarının başındaki oğlunu canlandırması, özellikle Kazak’ların eğlence sahnelerinin ve geleneklerin canlandırıldığı sahnelerin “tourist attraction” tarzında yapılmış çekimleri ve Tony Curtis’in sık sık stüdyoda çekildiği gözümüze batacak kadar dikkat çeken at üzerindeki sahneleri bu durumun örnekleri olarak gösterilebilir. Elbette hepsinden daha önemlisi de roman sinemaya aktarılırken yapılan değişiklikler. Orijinalinde yer alan ve pek de sevecenlikle resmedilmeyen yahudi karakter Yankel filmde hiç yoktur, romanın ve filmin sonu çok farklıdır, hikâyenin akışı ile filmin akışı pek de örtüşmez vs.

 

Günümüz sinemasında giriş jeneriğini sık sık ihmal eden Amerikan sinemasının bir zamanlar bu konuya özel bir önem gösterdiğini hatırlatan bir açılış jeneriği ile başlıyor film. Ukrayna steplerinde geçen bir hikâyenin büyük bir kısmının Arjantin ordusundan alınan destekle Amerikalılar tarafından Arjantin’de çekilmiş olması erken dönem küreselleşme örneği olsa gerek. Geniş steplerin sağladığı imkânları başarı ile kullanan film bazı aksiyon sahnelerinde göze batacak derecede “hızlı oynatmalar” nedeni ile en azından o sahnelerde etkisini zayıflatıyor. Tony Curtis’in her an bir Errol Flynn’e ve filmin de onun kılıçlı romantik filmlerinden birine dönüşeceği tedirginliği zaman zaman rahatsız etse de sonuçta klasik bir Amerikan filmi seyretmenin rahatlığına kendinizi bırakırsanız tat alabilirsiniz. Yul Brynner’in zaman zaman dozu kaçsa da oyunculuğu kendini kurtarıyor ama onun ve Tony Curtis’in dışındaki tüm karakterlerin senaryoda tamamı ile yüzeysel bırakılmış olmasının da sonucu olarak diğer tüm oyuncular “belli tipleri” alışılmış klişeler ile canlandırıyorlar. Bu da filmin oyunculuk yönünden zayıf bir performans göstermesine neden oluyor. Yönetmen cephesinden bakıldığında ise, filmografisinde pek çok savaş filmi olan ve İngiltere dönemindeki başarısını Hollywood’ta aynı derecede tekrarlayamayan J. Lee Thompson sürpriz içermeyen anlatımı ile filmin hikâyesini okuyan bir kişinin kafasında canlanacak olanı teknik ustalığını katarak perdeye taşımış denilebilir. Filmde çok az görülen mizah tonunu (Kazak’ların zaman zaman idealize edilen hayatlarını daha da renklendirmek için olsa gerek) filmden tümü ile çıkarmış olsaydı daha iyi bir sonuç alabilirdi diye düşünüyorum çünkü bu hali ile bu sahneler sadece Tony Curtis’in filmdeki varlığını doğrulamak için eklenmiş gibi.

 

Birkaç kez gördüğü bir kız uğruna hikâyenin tüm akışını değiştirebilecek karar alan bir Kazak’ın romantizmi, -film pek bunu amaçlamış görünmese de, oğul/baba çekişmesi, büyüme, karşı çıkma ve özgürlük üzerine de okunabilecek senaryosu ile- ne kadar cazip gelir bilmiyorum ama ne olursa olsun tüm klişelerine ve romanın ruhundan sık sık sapmasına rağmen (bu arada Gogol’un da Çarlık döneminde romanın ilk baskısının fazla “Ukraynalı” bulunması nedeni ile hikâyesini bir parça Ruslaştırdığını hatırlamakta fayda var) bir klasik olarak seyredilmesi önerilebilir. Filmin konusu özgürlük ve aşk ikilemi üzerine düşünmeye de imkân veriyor üstelik; daha ne olsun.

Yazılar 1 – Nâzım Hikmet

yazalar1nazamhikmet

Bir şekilde hep ertelemiştim Nazım Hikmet’in düz yazılarını okumayı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Yazılar” başlıklı serideki birinci kitap ile başlayabildim nihayet. Sanat, edebiyat, kültür ve dil üzerine çoğunluğu 1924-1937 arasında, bir kısmı da 50’li yıllarda yazılan ve çoğu gazetelerde yayınlanmış kısa yazılar. Nazım hakkında ne kadar fikir verebileceği şüpheli olsa da Nazım’ı tanımayı tamamlamak için gerekli. Yazıların dilinin değiştirilmeden yayınlanması doğru bir tercih. Bu tercih yazıların sonunda bazen oldukça uzun bir listeye dönüşen ve kimi zaman bence gereksiz olan “kelimelerin yeni dildeki karşılıkları “ bölümlerinin kullanılmasına neden olmuş.

Yazıları bana düşündürdüğü cümlelere göre kabaca gruplara ayırınca;

·  Bazı şeyler hiç değişmez/değişmeyecek,

·  Benim dayanamadıklarıma başka dayanamayanlar da var (“Kültür Direktörlüğü’nde öğleden sonra iş görülebilir” cümlesindeki bozukluk üzerine yazılan yazı),

·  Hollywood her şeyi sömürebilir,

·  1920’lerde bir ülkü peşinde koşanlar varmış gerçekten,

·  Sanat ve halkın bir araya getirilebilmesi, evet, imkânsız (kitaptaki tam aksini söyleyen “İşçilerle köylüler,fakir zanaatkârlarla namuslu aydınları” gerçek sanatın bir araya getirebileceği savlı yazılara rağmen, hayır),

·  Bir ülkünüz yoksa, yaşamak mekanik bir ruh hali…

·  Daha iyi bir dünya için çabalamalı, daha iyi bir dünya olmayacak olsa da en azından daha kötü olmaması için ya da hiç olmazsa süreci yavaşlatmak için…

 

Bir Dönem Bir Çocuk / Değişim Yılları / Öfkeli Yıllar – Altan Öymen

birdonembircocuk

Altan Öymen’in anıları (veya tarihe düş(ürül)en notları sıralaması). Seçilen dilin ve kullanılan yöntemin etkisi ile –belki gereğinden fazla- rahat ve hızlı okunabilen bir anı kitabı. Kişisel gelişimin ve ülkedeki gelişmelerin –zaman zaman oldukça başarılı bir şekilde- birbirine yedirildiği, “sosyal demokrat” bir anlayışın hep kendini sezdirdiği, geçmişe tarafsız bir gözle bakma çabasının bazen “inanılan doğruların” gölgesinde kaldığı – ki bunda olumsuz bir yön görmüyorum aslında- bir derleme. Bölümler bazında bakıldığında bazen ağırlıkların yeterince iyi dengelenmediği görülüyor. Örneğin Kore savaşı bölümleri bu kitanın içeriğinde yer alması gerekmeyen detayda çarpışma günlerini içeriyor ki nerede ise tek başına ince bir kitap hacminde bu bölümler. Yine de geçmişe, konu başlarını öğrenmek /hatırlamak amacı ile yaklaşmak için ideal bir kaynak. Bu tür bir anı kitabının en çarpıcı başarısı inceleme/detaylı öğrenme için merak uyandırması olur ki bunu gayet iyi başardığı söylenebilir. Sonuçta, serinin bir sonraki kitabını bekletiyorsa yazar başarmış demektir diye düşünüyorum.

2010 Festival Notları 8

Hücre 211 (Celda 211) – Daniel Monzón : Sert, çarpıcı, hızlı, akıcı; evet. Sosyal olgulara da dokunan İspanyol filmlerine bir diğer örnek ama kalıcı mı? Hayır. Senaryoda bir yandan tahmin edilebilir gelişmeler, bir yandan önceden belirlenmiş sonuç için uydurulan zorlamalar. Goya ödüllerine boğulmuş olması şaşırtıcı. Ülkesinde çok iyi gişe yapan Avrupa filmlerinden uzak durmalı; her an vazgeçilmeye müsait bir kriter olsa da iyi bir kriter. Böylece pek çok “Fransız” olmayan Fransız filminden kaçınma şansı da olur.

(“Cell 211”)

Yepyeni Bir Hayat (Une Vie Toute Neuve) – Ounie Lecomte : Festival broşüründe hikâyenin özetini okuduğunuzda tecrübeli bir festival izleyicisi iseniz “tahmin edebileceğiniz” filmlerden. Yine de samimi anlatımı, basit/düz ama etkileyici yaklaşımı ve dozunda duygusallığı ile “yeni bir hayatın olasılığı” üzerine bağırmadan da bir şeyler anlatılabileceğine örnek. Sevdiğini/güvendiğini yitirmek ve yeniden başlayabilmek üzerine, bir çocuğun gözünden…  

(“A Brand New Life”)

 

Beyaz İnsan (White Material) – Claire Denis : Harika bir Isabelle Hupert. Festivallerde kaçırdığınızda sinema perdesinde görmenin bir daha mümkün olmayacağını bildiğiniz, alışveriş merkezi sinemalarına uğramayacak filmlerden. Beyazlar, Afrika, sömürgecilik, mülkiyet, inat, direnme ve ait olmadığı bir yeri kendisine ait olmaya zorlayan beyazların neden olduğu tahribat. Bir kez daha Stuart Staples müziği eşliğinde Isabelle Hupert’ten doyumsuz bir gösteri. Festival için mükemmel bir kapanış.