2010 Festival Notları 3

Genç Hizmetçiler (The Servant) – Joseph Losey :  Tek Losey filmi ile yetinmek doğru olmamış. Usta bir sinemacının uygun bir senaryo ile yarattığı büyü. Harika bir Bogarde. Bir parça eski mi? Belki? Sezdirilenlerin doğrudan gösterilenlerden daha etkileyici olabilmesine bir örnek. Nefis kadrajlar, siyah beyazın çarpıcılığı. Kötü bir yönetmenin elinde tiyatroya dönüşebilecekken sinemanın başyapıtlarından biri olmuş. Sonuca bakınca, sağolasın McCarthy.

 

Doronship 77 – Pablo Agüero : O minimalist filmlerden; nefret etmesi kolay, sevmesi zor. Geçen yıl Liverpool, bu yıl Doronship; her seneye bir adet Arjantin minimalist sinema örneği. Dış sesin başarılı kullanımı; hem vurgu hem içerik açısından. Her bağımsız filmde olduğu gibi bir “garip” baş karakter. Gidip dönmeyenlerin geride bıraktığı hüzün, devam etmenin kaçınılmazlığı ve küçük şeyler üzerine.

 

Gözleri Tamamen Açık (Einaym Pkuhot) – Haim Tabakman :  Netameli bir ikili; eşcinsellik ve din. Bastırılmış duygular, farklılık, yalan, özgürlük, aşk, aşkın serbestleştiriciliği (veya kısıtlayıcılığı) ile dinin kısıtlayıcılığı (veya serbestleştiriciliği), mahalle baskısı ve bir mucizeye dokunup sonra kaybetmek üzerine. Eksiklik gibi görünebilecek henüz olgunlaşmamış bir anlatım biçiminin bir yandan da sağladığı uçarılık. Hüzünlü. Türk seyircisinin eşcinsel aşklara verdiği garip tepki; utanma veya öfke değil, bıyık altından gülümseme. “Onlar” da seksten sonra sigara içermiş “gerçeğine” verilen garip tepki.

(“Açık Eyes Wide Open”)

2010 Festival Notları 2

Troçki (The Trotsky) – Jacob Tierney : Quebec’ten gelen bir sıcak film daha. Konu ciddi, ele alma şekli hafif; Quebec özellikleri. Komedi de olsa, fantezi de olsa devrimin, değiştirmenin peşinde koşanları görmek güzel. Bir parça  daha olgunluk, çok daha ötelere götürebilirdi filmi. Keşke tüm gençlerin idolleri böyle “dolu” olsa. Olmayacağı, olamayacağı, bir şeylerin değişmeyeceğini kabullensek de yine de filmin komedi tonu “umudu” silmiyor. Her babadan “kırmızı kitap” gelmez değil mi?

 

Kısır Döngü (In the Loop) – Armando Iannucci : Küfür, komedi, küfür, komedi… BBC’den etkileyici bir politik satir. Biz “küçük insanların” hayatını kökten değiştiren, yaşadığımız dünyayı bir uçtan diğerine sallayan kararların alınma mekanizmaları ve bunları alan/aldıran/aldırılan/aldığını sanan insanlar üzerine sadece ve sadece İngilizlerin çekebileceği bir film. Güç kavgaları, çevrilen dolaplar, kelime oyunları, retoriğin her şeyin önüne geçtiği bir dünyanın resmi. Komik ve politik…

 

Yolda  (Na Putu) – Jasmila Zbanic : Harcanmış bir fırsat. Sanki aceleye gelmiş, yeterince düşünül(e)memiş, muhteşem bir sahneden hemen sonra sıradan bir diyalog… Yine böyle alçak gönüllü ama daha çarpıcı olabilirdi. Bayramı içki ile kutlayan bir toplumda bireylerin nasıl ters bir yönde değişebileceği üzerine (çağrıştırdıklarına girmeyelim, tehlikeli bugünlerde), radikalliğin aslında ne kadar yakında bir “durum” olabileceği üzerine ve erkeklerin çocukluğu (aptallığı), kadınların olgunluğu (zekâsı) üzerine…

(“On the Path”)

 

Yabani Otlar (Les Herbes Folles) – Alain Resnais : “Fransız” filmi.  Taşların arasında biten yabani otlar gibi içimizdeki yabani duygular, prensiplerin/beklentilerin üstünü örtemediği çılgınlıklar, sıradanlığın reddi… Başarılı bir dış ses kullanımı ve bu sesin dillendirdiği olağanüstü cümleler ve yaşlı ustanın genç bir dille çektiği sahnelerle başlayan film sonra yaptıklarımızla yapmak istediklerimiz arasında gidip geliyor. Fransız sineması “Fransız” kalmalı.  

(“Wild Grass”)

2010 Festival Notları 1

Ölümsüz Kadın (L’Immortelle) – Alain Robbe Grillet : Romancı film çekerse. Bir romanı okurken kafada oluşan görselin kare kare sinemaya aktarılmış hali. “Durağan” ama bir o kadar “gizemli”. İstanbul’un harika kullanımı, o yılların İstanbul karakterlerinin çok az Türk filminde görebildiğimiz başarılı betimlemesi. Adres tarif edildiği kısacık bölüm bile filmin “dışarıdan” değil “içeriden” bir bakış ile çekildiğinin göstergesi. Filmin sakinliği ile zaman zaman “garip” bir çelişki yaratan Türk şarkıları. Sinematek olmayan bir ülkede, festivalde “eskilere” daha çok yer verilmeli.

 

Islık Çalmak İstersem, Çalarım (Eu Cand Vreau Sa Fluier, Fluier) – Florin Şerban : Yükselen Romanya sineması. Komünizm sonrası Romanya’da hesaplaşma, parçalanma, tutunma hikâyelerine devam. Sevmek, sahiplenmek, terk etmek ve “bir kahve paylaşımına” kadar inen mutluluk ve sevgi arayışı. Sonda teslim olan sadece Silviu değil hepimiz. Başarılı bir oyuncu performansı. Gerçekçi sinemaya yeni bir katkı.

(“If I Want to Whistle, I Whistle”)

 

Etek Günü (La Journee De La Jupe) – Jean Paul Lilienfeld : Adjani’yi özlemişim. Tam bir çuvallama hikâyesi; çöken bir eğitim sistemi, öğretmeye ve öğrenmeye niyeti olmayan öğretmen ve öğrenciler, göçmenlerin “asla kaynaşamayacak olması”, yüzeydeki refahın örtemediği/örtemeyeceği kaynayan huzursuzluk. Belki de felaket, felakakete giden yolun kendisi. Fransız sinemasına sinmiş Amerikan Bağımsızlarının tarzı; filmin hem çekici yanı hem de zaman zaman yoldan çıkma nedeni. Bir parça daha fazla Fransız, bir parça daha az Amerikan olsa. Gençlik kurtuluşun mu yoksa felaketin mi kaynağı olacak?

 

(“Skirt Day”)

Şeref Madalyası (Medalia De Onoare) – Calin Peter Netzer : Yine Romanya. Yaşlılık, boşluk, kendini konumlandırma, iletişimsizlik, yitirilen sıcaklık. Farklı kültürler kaynaşabilir mi, sevgi ve önemsenme arzumuz sevdiklerimize ne kadar yansır, bir “şeye” sahip olmak o “şeye” değer vermekle doğru orantılı değil midir? Sevdiklerimiz etrafımızdakilerle ne kadar örtüşür? İdeoloji ne olursa olsun her zaman harcanan sıradan insanlar.

(“Medal of Honor”)

Bozkırdaki Çekirdek – Kemal Tahir

bozkirdaki-cekirdekKemal Tahir’den “Köy Enstitüleri” üzerine atlanmaması gereken bir roman. Kemal Tahir’i bugüne kadar hep ihmal etmiş olmamın verdiği mahcubiyet ve utanma duygusunu bir kez daha hissettirdi bana. Daha da önemlisi, köy enstitüleri, değişim kavramı, değişimin “yukarıdan” dikte edilip edilemeyeceği, bir ülkü peşinde koşmanın gerçekçiliği, sıfır noktasında daha doğrusu sıfır noktasının da altında bir ülke/toplum ile ne yapılabileceği, bir ülke/toplum yaratmanın “imkansızlığı”, günümüze kadar uzayan ve sanırım hiç bitmeyecek bir çekişmenin hikâyesi üzerine uzun düşünmelere zorlayan bir çalışma. Umut kırıcı…