Park Row – Samuel Fuller (1952)

“Özgür basının değerini iyi bil; hem kendin hem mesleğin hem ülken için”

1880 yılında işinden kovulan işine tutkulu bir gazetecinin yeni bir gazete yaratmasının hikâyesi.

Amerikan sinemasının aykırı yönetmenlerinden Samuel Fuller’ın kendi senaryosundan ve hemen tüm varlığını yatırarak kendi yapımcılığı ile çektiği bir film. Açılış jeneriğindeki “Amerikan gazeteciliğine ithaf edilmiştir” yazısından başlayarak her hali ile gazeteciliğe bir güzelleme olarak çekildiği açık olan film Fuller’ın sinema kariyerinden önceki muhabirlik günlerindeki gözlemlerinin kaynaklık ettiği bir çalışma ve adını da 19. Yüzyıl sonlarında New York gazetelerinin pek çoğunun yerleştiği sokaktan alıyor. Baş rollerindeki sinema tarihinin önemli oyuncuları arasına girememiş Gene Evans ve bu çalışmanın ilk ve son filmi olduğu ve otuz sekiz yaşında ölen Mary Welch’in varlıkları, kısıtlı mekanlarda çekilmiş olması ve hikâyenin “küçüklüğü” filmin alçak gönülü yapısının altını çizen kimi öğeler ve bu alçak gönüllü yapı içinde de film sürükleyicilikten ve derinlikten yoksun yapısı ile dikkat çekiyor.

Sadece gazeteciliğe değil özellikle baştaki sahneleri ile anlaşılan girişimciliğe de hayli övgüleri olan bir film bu. Öyle ki basının özgürlüğünün ve tarafsız dürüstlüğünün peşinde görünen gazetecinin, filme mizah havası da katmak için eklenmiş gibi görünse de “haberi önce yaratma sonra yazma” şeklinde özetlenebilecek davranışları ve yine aynı gazetecinin hikâye boyunca gösterdiği şevk ve heyecanın bir yandan da nerede ise ABD’yi kuran öncülerinki gibi yansıtılıyor olması bu düşüncenin doğruluğunu örnekleyen kimi sahneler olarak gösterilebilir. Bunun yanısıra Fuller hikâyesine filme hiçbir şey katmayan ve seyirciye de herhangi bir duygu geçiremeyen, ne iyi oynanmış ne de iyi anlatılmış bir aşk eklemiş ki hiç üzerinde durulmasa çok daha iyi olur. Ana karakterlerden biri olan gazeteci Davenport’un hikâyeden birden bire yok olması ve ne olduğunun geride kalan bir mektup üzerinden anlatılıyor olması muhtemelen filmin düşük bütçesi ile açıklanması gereken ama yine de rahatsız eden bir başka yanı filmin.

Samuel Fuller’ın gazeteciliğe duyduğu saygı ve sevginin her karesine yansıdığı bu film seyirciye bu saygı ve sevginin sinemasal karşılığını çok fazla geçiremiyor ve bu nedenle de gereğinden fazla soğuk görünmesine neden oluyor. O garip aşk hikayesi ise bu soğukluğu geçirmediği gibi aksine artmasına yol açıyor. Yine de film Fuller’ın kimi kamera hareketleri veya gazete ofisindeki tavandan editör masasına doğru sarkan editör makasının kimi sahnelerdeki sembolik kullanımı gibi özellikleri ile dikkat çekebilir. Kaldı ki her ne olursa olsun tarafsız ve özgür gazeteciliği konu edinen ve bunu tamamen iyi niyetler ile oluşturulmuş bir şekilde perdeye aktaran bir filme ilgi göstermemek haksızlık olur. Bu mesleğin belki hiçbir zaman sahip olmadığı ama günümüzde tamamı ile yitirmiş göründüğü özgürlüğe inanan ve bunun için uğraşan idealist bir insanın hikâyesinin bugün bu açıdan gerçekçi görünmemesi ise filmin değil bizlerin kusuru olsa gerek.

(“Gazete”)

(Visited 85 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir