“Ne erkek ne de kadın, ne insan ne de hayalet”
Üç kızı olan bir babanın dördüncü çocuğunun da kız olması üzerine onu olduğundan farklı yetiştirmeye karar vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.
Hint asıllı İsviçreli Anup Singh’in yönettiği ve senaryosunu Madhuja Mukherjee ile birlikte yazdığı, Almanya, Hindistan, Fransa ve Hollanda yapımı bir film. Yönetmenin ikinci çalışması olan eser atmosferi ve hikâyesi ile bir “Doğu” filmi. 1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın ayrılması sırasında başlayan hikâye Pencap eyaletinin de iki ülke arasında parçalanmasından etkilenen bir Sih ailenin bireylerinin yaşadıklarını anlatıyor bize. Geleneklerin ve ön yargıların bireylerin hayatları üzerindeki etkilerini dozunda bir fantezi ile aktaran hikâye zaman zaman dağılıp etkisini kaybediyor ama kimliğindeki karmaşa nedeni ile bir trajediye mahkum görünen kahramanının çalkantılarını özellikle ikinci yarısında etkileyici bir şekilde karşımıza getiriyor. Oyunculukları ile de dikkat çeken film kimi kusurları nedeni ile tam bir başarı örneği değil belki ama kesinlikle ilgiyi hak eden, farklı bir çalışma.
Béatrice Thiriet’in Doğu melodilerinden esinlenen etkileyici müziği ve çarpıcı bir jenerik ile başlayan film erkek çocuk sahibi olma takıntısı içinde yaşayan üç kız çocuk babası bir adamın dördüncü çocuğunun da kız olması ile başlayan olayları anlatıyor bize. Hikâye temel olarak babanın gerçeği bildiği halde kendisini ve karısını, ve elbette tüm etrafındakileri aldatarak kızı erkek gibi yetiştirmesinin sonuçları üzerine gelişiyor. “Oğlu”na düşkünlüğü ve onunla ilgili her şeyde gösterdiği aşırı hassasiyet dışında temelde iyi yürekli bir karakter hikâyenin kahramanlarından biri olan baba ve film bize onun bu davranış şeklinin kişisel bir tercih olmaktan çok geleneklerin baskısı ile oluşmuş bir tavır olduğunu ima ediyor bu şekilde. Hindistan/Pakistan tarihinin çalkantılı bir döneminde geçen hikâyenin başlangıç bölümünde gösterilenler dışında bu konuya daha sonra hemen hiç dönmemesi hayli ilginç, daha doğrusu yadırgatıcı bir parça. Yadırgatıcı çünkü bu derece önemli bir konu hem başta bir görünüp kayboluyor hem de hikâyemizle nasıl bir ilişkisi olduğunu anlatamıyor bize film. Hikâye bu başlangıçtan sonra kızın kimliği konusunda kendi kafası da karışacak bir şekilde yetiştirilmesi üzerinden bir “kimlik bunalımı” hikâyesi olarak ilerliyor ama özellikle ilk yarıda bu bunalımı yeterince iyi anlatamıyor filmimiz. İkinci yarıda ve özellikle finale doğru ise, bunun tam tersine hayli dokunaklı ve etkileyici bir biçim ve içerik kazanıyor film bu konuda. Bu kimlik karmaşasına ilave olarak toplumun ön yargılarına dokunan kimi gelişmelerle de destekleniyor hikâye ve çarpıcı bir kapanış yapıyor.
Yönetmen Anup Singh’in annesine adadığı film yukarıda da belirttiğim gibi bir Doğu filmi: Öncelikle tüm hikâyesi, içerdiği fantezi yanı ve anlatım şekli ile Doğu’nun esintilerini getiriyor bize. Yönetmenin filmine kazandırdığı bu içeriden bakış ve filmin Batı ortaklığı ile çekilen kimi Doğu filmlerinin düştüğü “oryantalizm” tuzağına ve yaşananlara Batlı bir bakışla bakma hatasına düşmemesi ile kesinlikle takdiri hak ediyor. Singh’in kimi sahnelerde elde ettiği ve edebiyatta sıkı bir küçük hikâyenin vereceği keyfin sinemasal karşılığı olduğunu söyleyebileceğimiz anlatım dili ve görselliği de benzer ölçüde başarılı. Kimi sahnelerde (örneğin kuyu başında geçen bir sahne veya tüm bir final) sadece bir veya iki karakteri içine alıp onları nerede ise etraflarından soyutlayan ve bulundukları mekanın parçası yapan anlayışı ile kesinlikle etkileyici. Bu başarıda Anup Singh kadar görüntü yönetmeni Sebastian Edschmid’in de payı var kuşkusuz.
Hikâyenin cinsiyet politikaları ve erkek ve/veya kadın olma üzerine söyledikleri, daha doğrusu düşündürdükleri de önemli kesinlikle. Bireyi erkek veya kadın yapanın ne olduğu/olmadığı üzerine iddialı lâflar üretmek yerine, seyircisine üzerinden düşünceler üretebileceği malzeme sağlayarak çok doğru bir tercih yapıyor üstelik filmin yaratıcıları. Hikâyenin bir Doğu toplumunda geçtiğini düşünürsek, sergilediği cesur duruş için de alkışı hak ettiğini söylemek gerekiyor. Filmdeki dört ana karakteri oynayan Irrfan Khan (baba), Tisca Chopra (anne), Tillotama Shome (hikâyenin kahramanı olan kız) ve kahramanımızın evlenmek zorunda kaldığı kızı canlandıran Rasika Dugal’ın sade ve doğal oyunları ile keyif verdikleri film her anına yayamamış olsa da lirik atmosferi ile de önemli. Kimi diyaloglar veya alçak gönüllü bir operadan alınmış gibi duran bazı sahneler filmin lirizmini akıllıca destekliyor. Üstelik bu lirizmine zarar vermeden seyircisini zaman zaman rahatsız etmeyi de başaran film yavaş yavaş açılan türden bir çalışma ve kimi anlarındaki düşük temposu bazılarını ürkütebilir ama bir sinemaseveri uzaklaştırmamalı bu durum. Kahramanının yaşadığı kimlik çelişkisinin ne zaman bir patlamaya yol açacağı üzerinden başarılı bir gerilim de yaratan filmimiz yoruma açık sonu ile de ilgi çekmeye aday görünüyor. Filmi bir yandan zenginleştiren ama öte yandan seyircinin ilgisini kahramanın kimlik krizinden uzaklaştıran fantezi yanını belki daha iyi kullanabilirmiş Singh ve kahramanımız ile karısı arasındaki ilişkinin adını koymakta bir parça çekingen davranmasa daha iyi olurmuş demek gerekiyor ama bunlar filmden keyif almaya engel olmamalı.
(“Qissa: Der Geist ist ein Einsamer Wanderer” – “Qissa: The Ghost is a Lonely Traveller”)