“Sana bir şey teklif ettikleri zaman, nezaketen ediyorlar; çünkü tekliflerini geri çevireceğini düşünüyorlar”
Bir zengin evinde hizmetçi ve bakıcı olarak çalışan kadının uzun süredir görmediği kızının yanına gelmesi ile çalıştığı evdeki düzenin bozulmasının hikâyesi.
Anna Muylaert’in yazıp yönettiği bir Brezilya yapımı. Sanatçının kendi hayatından yola çıkarak yazdığı hikâye bir başkasının çocuğuna bakmak için kendi çocuğundan uzakta yaşayan bir bakıcının çalıştığı evdeki sorgulamadan kabullendiği düzenin kızının gelişi ile bozulması ile ortaya çıkan olayları anlatıyor bize temel olarak. Başroldeki Regina Casé’nin tek kelime ile muhteşem diye özetlenebilecek oyunu ile baştan sona sürüklediği film İngilizce adının (“The Second Mother”) altını çizdiği gibi annelik üzerine epey bir şey de söylüyor ve düşündürtüyor seyircisine. Küçük ve hoş mizahı, gerçekçi karakterleri ve hikâyesi ve Ruylaert’in zarif ve sade yönetimi ile ilgiyi hak eden film Brezilya’nın Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday gösterdiği çalışma da olmuştu.
Bir zengin evinde çalışıyor kadın; evin erkeği babasından kalan para ile çalışmaya gerek duymadan yaşayan bir adam, kadın ise moda programlarına röportajlar veren ve zenginliğin ve evin patronu olmanın keyfini süren bir iş kadını. Evin tek çocuğu olan ve üniversiteye hazırlanan oğlan ile aralarında karşılıklı sevgi ve güvene dayalı çok sıcak bir ilişkisi var hizmetçi kadının. Annesi ile arasındaki soğuk ilişkiye karşılık, çocuğun uyuyamadığında yatağına gelip onunla birlikte uyuyacak kadar yakın hissettiği bir kadın baş karakterimiz. Hikâyedeki “anne” ile olan ilişkilerden sadece biri bu. Çocuğun gerçek annesi ile olan ilişkisi ve kahramanımızın on yıldır ilk kez göreceği kızı ile olan ilişkisi filmdeki diğer anne ve çocuk ilişkileri; bir de finalde karşımıza çıkacak olan bir başka annelik ilişkisi daha var filmin. Bu ilişkilerin her biri adeta bir diğeri ile ters orantılı olarak ilerliyor, birinin iyileşmesi diğerlerinde sıkıntıya neden oluyor gibi. Muylaert onun çocuğuna bakmak için kendi çocuğundan uzak kalmak zorunda olan bakıcısı ile yaşadığı gerçek tecrübeden yola çıkarak yazmış hikâyeyi ve ortaya oldukça dokunaklı bir sonuç çıkarmış; üstelik bunu hafif bir mizahı atlamadan ve gerçekçilikten hiç sapmadan yapmayı başarmış ki bu sonuç filmi görülmesi gerekli sınıfına sokuyor kesinlikle. Yıllardır yaşadığı evde hiç sorgulamadan ve doğal olarak kabul ettiğı sınırların ve sınıf farkının “dik kafalı” kızının davranışları ile aşılmaya başlaması sonucu ortaya çıkan durumu nasıl yöneteceğini bilemeyen kadın karakteri hikâyeyi gerçekten hayli çekici kılıyor. Kimi sembolik sahnelerle ortaya serilen bu “düzenin bozulması” hâlini sert bir söylemle dile getirmiyor yönetmen ve “yasak dondurmayı yeme” ve özelllikle de “havuza girme” sahneleri ile mizahı da keyifli biçimde kullanarak anlatıyor derdini.
Filmdeki tüm oyuncular üzerlerine düşeni lâyıkı ile yaparken (bakıcının yıllar sonra kavuştuğu kızını oynayan Camila Márdila’nun öne çıktığını da söyleyelim), adeta Regina Casé’nin olağanüstü oyununu besliyorlar düzenli olarak. Casé nerede ise her karesinde göründüğü filmde tam bir oyunculuk virtüözü gibi hareket ediyor ve duygusallıktan komediye her farklı ânın keyfini hem kendisi çıkarıyor hem de seyirciye geçiriyor bu keyif duygusunu. Kahve seti sahnesinden finale, evin çocuğu ile sıcak ilişki anlarından evdeki zora giden durumu idare etme çabalarına, oyuncu filme damgasını vururken hem olgun hem dinamik olmayı başaran performansı ile tek başına filmi seyre değer kılıyor. Evin tüm sırlarının emanet edildiği kadın karakteri ile zenginleşen film “sevginin emek demek olduğunu” da söylüyor bize. Örneğin, ev sahibi kadının bir yandan çocuğunu kendisine soğuk davranmakla suçlarken diğer yandan onun için pek de emek harcıyor görünmemesini bakıcının çocuk için verdiği sevgi dolu emekle karşılaştırıyor hikâye ve “mesaj”ını iletiyor bize sıcak bir şekilde. Evin oğlunun çok mutsuz olduğu bir anda bakıcının tesellisine sığınırken gerçek annesinin yakınlığını ret etmesi de yine bu kaygının bir uzantısı olarak geliyor karşımıza.
Sınıf farkları ve emek verme üzerinden ilerleyen hikâyesi “politik” elbette filmin. Bunu vurgulamaktan çekinmiyor yönetmen ve final bu bağlamda bakınca bir isyan olarak da görülebilir ve görülmeli de. Bunun yanında, bu isyanın gerçekleştirilebilir olması ancak yıllarca bu sınıf farkına boyun eğmiş olmaya bağlı ki bu da isyanın anlamını sorgulamanıza neden oluyor şüphesiz. Anlattığı trajik duruma, bu açıdan bakınca, gerçekçi bir çözüm de sunamıyor doğal olarak film. Gerçekçi bir çözümün araştırılması ve irdelenmesi “politik” değil, politik bir filmin konusu olarak başka bir hikâyede anlatılmayı bekliyor şimdilik. Ev sahibi adamın tüm entelektüelliği ile evin en zayıf karakteri olması ise filmin anlattığı bu veya benzeri dünya konularında entelektüellerin çaresizliği ve hayattan kopukluğuna gönderme olarak yorumlanabilir belki. Son bölümlerinde bir parça kolay çözümlere başvuruyor olsa da (ve ev sahibi kadının oldukça soğuk bir kadın olarak çizilmesi hikâye için kolay bir yola başvurmak olarak görülse de –sonuçta bu kadın da sevgi dolu ama çalışan bir kadın olabilirdi-) Muylaert’in filmini görmeye ve Casé’nin performansının keyfini çıkarmaya engel oluşturmuyor bu durum. Son bir not olarak, filmin Türkçe adının “yanlışlığı”nı belirtelim: Filme annesi ile bir yaz geçiren bir kişinin hikâyesi havasını veriyor bu isim; oysa filmin odağında olan o değil annesi.
(“The Second Mother” – “Annemle Geçen Yaz”)