Rebel in Town – Alfred L. Werker (1956)

“Sana bu kadar ihtiyacım varken beni yalnız bırakma. O benim de oğlumdu”

Soygun için bir kasabaya gelen beş eski askerin yalnışlıkla bir çocuğu öldürmeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

Amerikan iç savaşından hemen sonra geçen western türündeki bu film türünün alışılagelen özelliklerinden tamamen farklı bir içerik ve tarz ile anlatılan değişik bir çalışma. Finali dışında çatışmalardan veya silahlı mücadelelerden uzak duran bu alçak gönüllü film, bunların yerine nerede ise hümanist denecek bir bakış açısı ile intikam, sevdiklerimizin işledikleri suçlar karşısındaki tavrımız ve nerede ise bir Habil ve Kabil hikâyesi olarak özetlenebilecek bir trajedi koyuyor. Yönetmen Alfred L. Werker’in sinemasal açıdan dikkat çeken bir katkısı görünmüyor filme; yönetmen senaryosunun –kimi kusurlarına rağmen- başarısını sade ve bir parça düz bir anlatımla perdeye taşımış görünüyor daha çok.

Les Baxter’ın film ile aynı adı taşıyan ve tipik western motifleri taşıyan şarkısı ile açılan film temel olarak iki farklı düzlemde ilerliyor. Bir tarafta çocuklarını kaybeden adam ile kadının, ilkinin intikam ikincinin ise olayı geride bırakmak ve hayata devam etmek odaklı yaklaşımlarından doğan çatışması var. İkinci düzlemde ise çetenin lideri olan babanın dört oğlundan birinin işlediği cinayet ve bu cinayetin failinin “kötülüğü” karşısında babanın seçimleri var. Finalde taraflar bir araya geldiğinde film bu iki düzlemin kahramanlarının tümünü yüzleştiriyor ve iki babanın seçimleri üzerinden bir gerilim yaratmayı da başarıyor. Çete üyesi olan dört kardeşten en küçüğü ile cinayeti işleyen abisinin arasında yaşananlar ise nerede ise bir Habil ve Kabil hikâyesi olarak özetlenebilir. Gerek bu durum gerekse babaların içine düştükleri durum ve hissettikleri zaman zaman bir Yunan trajedisinden uyarlama izlediğiniz hissine kapılmanıza neden olabilir ki bunu olumlu bir durum olarak belirtiyorum. Danny Arnold’un senaryosu bu düşük bütçeli filmin en büyük artısı ve finaldeki Hollywood’a yakışan ama gereksiz bir şekilde adaletin yerini bulması ve bunu sağlayan kişinin kimliği bir kenara bırakılırsa genel olarak aksamayan ve temiz bir çalışma yapmış denilebilir Arnold için.

Oğlunu kaybeden kadın karakteri (Ruth Roman B sınıfı filmlerde çok rastlanmayacak bir incelikle canlandırıyor rolünü) western filmlerinde alıştıklarımızdan da farklı aslında; evet yine erkeklerin yaptıkları/yapmadıkları arasında kalan bir kadın var ortada ama kadının gerçekçi ve hümanist yaklaşımı olayların gelişiminde nerede ise asıl belirleyici faktör oluyor hikâyede. Filmde zaman zaman Clark Gable bakışlı bir John Wayne gibi oynayan baba rolündeki John Payne donuk bir performans veriyor ve filmin çatışmalarının bir kısmı onun karakteri üzerinden yaşandığı için bu da filme katkısını azaltıyor bir parça. Aksiyondan çok psikolojik dramı (daha doğrusu trajediyi) öne çıkaran filmin kimi iç sahnelerinde, özellikle “iyi” kardeş, onun gerçek kimliğini bilen anne ve durumdan habersiz babanın ev içindeki üçlü sahnesi, sakin anlatımı ve kamera açısı ile iyi bir tiyatro havası hissettirdiğini de ekleyelim bu arada.

Senaryosu ile öne çıkan, yeterince iyi oynanmış ve yönetmenin kendisini ve sinemasal becerisini öne çıkarmadığı ama senaryoya ihanet eden oyunlara da girişmediği bu film yukarıda sıraladığım çatışmaları ile asıl ağırlığını gösteriyor. Oğlunu kırbaçlayan baba, aynı babanın bir oğlunun neden diğerlerinden farklı olduğunu sorgulaması, şiddet kavramını mütevazi ölçülerde olsa da tartışmaya açması, adalet duygusu ile intikam arzusu arasındaki çekişmeler ve temel olarak iyi ile kötünün çatışması gibi olguları ile ilgiyi hak eden bir film karşımızdaki; westernlerden çok trajedilerden hoşlananlar için elbette.

(“Kasabada İsyan”)

(Visited 114 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir