He Walked by Night – Alfred L. Werker / Anthony Mann (1948)

“Gün ağardığında pek çok küçük suç ve birkaç ağır cürüm açığa çıkarılmıştı. Şüphelilerin sorgulanması oldukça zahmetli ve yorucu olmuştu ama hiçbir sonuç elde edilememişti; polis memuru Rawlins’i vuran adam onlardan biri değildi. Sadece bir tariften, bir adamın gölgesinden başka bir şey yoktu ortada. Gizemli. Ele geçmez. Ölümcül. Koca şehirde bir yerlerde gizleniyor”

Bir soygun girişimi sırasında bir polisi öldüren gizemli ve yetenekli bir suçlunun peşine düşen polislerin hikâyesi.

Senaryosunu Crane Wilbur’un orijinal hikâyesinden John C. Higgins ve Wilbur’un yazdığı (Harry Essex’in diyaloglara katkısı olmuş), yönetmenliğini Alfred L. Werker’in yaptığı (Jenerikte adı belirtilmeyen Anthony Mann birkaç sahnede yönetmenliği üstlenmiş) bir ABD yapımı. Geçek bir olaydan ve karakterlerden esinlenen filmin açılışındaki yazılarda hikâyenin gerçek olduğu vurgulanıyor ama doğal olarak bazı değişiklikler yapılmış yaşananlarda ve özellikle de final hayli farklılaştırılmış. B tipi bir kara-film bu ve onların da hayli parlak örneklerinden. Anlattığı hikâyenin gerçekliğine saygı gösterircesine, polislerin bir olayı nasıl çözdüğü üzerine belgeselvari bir yaklaşımı benimseyen yapıt görüntü yönetmeni John Alton’ın ışık ve gölge oyunlarını ustaca kullandığı, Alfred DeGaetano’nun başarılı kurgusu ve Werker’in (ve Mann’ın) yönetmenliğindeki olgunluk ile dikkat çeken ve karanlık atmosferini kurarken B tipi filmlerde genellikle görülen gerçekçilik problemlerinden arınmış bir çalışma. B tipi ile ana akım sinemanın başarılı bir karışımı bir başka ifade ile bu film ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Los Angeles şehir haritası görüntüsü üzerinde gösterilen bir bilgilendirme yazısı ile başlıyor film. Filimin kim olduğu bilinmeyen suçlunun “şeytansı zekâsı ve marifetleri” nedeni ile polisin karşı karşıya kaldığı “en zor cinayet vakası”nın hikâyesini anlatacağını söyleyen bu yazılardan sonra şehrin görüntüleri üzerinden Los Angeles’ın büyüklüğü, hızla gelişiyor olması ve heterojen nüfus yapısı nedeni ile polisin işinin çok zor olduğu söylüyor bir anlatıcı ses. Güçlü bas sesi ile o yıllarda özellikle belgesellerde seslendirmeci olarak epey rağbet gören Reed Hadley’in sesi bu ve bizi polislerin çalıştığı binanın içine davet ediyor. Burada ihbar hattında çalışanları gösteriyor kamera ve “Buradakilerin işi tıpkı bir kadının işi gibidir, asla bitmez” diyen anlatıcı bir haziran gecesi başlatıyor hikâyeyi. Hadley’nin sesini hikâye boyunca sık sık duyuyoruz ve filmin havasına uygun şekilde, sadece hikâyeyi açıklamakla kalmıyor (ki bunu çok da fazla yapmıyor aslında doğru bir seçimle), aynı zamanda bir belgeselin gerçekçi ve tarafsız havasına uygun olarak, bilgilendiriyor seyirciyi ve onu anlatılanın tanığı ve parçası yapıyor. Eğer bu başarılamamış olsaydı, anlatıcı sesin yoğun bir şekilde kullanımı rahatsız edebilirdi ama burada aksi bir durum oluşuyor ve filmin doğal bir parçası oluyor kulağımıza gelenler.

Film 1945 ile 1946 arasında Los Angeles bölgesinde pek çok soygun yapan, polisle çeşitli çatışmalara giren ve bir polisi de öldüren Erwin Walker adındaki gerçek bir suçludan esinlenen bir hikâye anlatıyor. Walker 28 yıl yattığı cezaevinden 1974 yılında şartlı tahliye ile serbest bırakılmış ve 2008’de hayatını kaybetmiş. Onun yaşadıklarından ve yaşattıklarından esinlenen hikâyedeki Roy adındaki karakterin akıbeti ise çok farklı oluyor. Senaristlerin bu konuda yaptığı radikal değişiklik açılışta karşımıza çıkan “Bu bir gerçek hikâyedir” cümlesi ile ciddi olarak celişiyor kuşkusuz ama seyrettiğimiz akıbetin karşımıza çıktığı final sahnesi filmin belki de en parlak bölümü ve o denli başarılı ki Hollywood’un kendine has “gerçekliği” rahatsız etmeyecektir sizi. Kurgusu, yönetmenlik çalışması, oyuncuları ve en başta da John Alton’ın müthiş görüntüleri ile dört dörtlük olan bu final bölümü Carol Reed’in bir yıl sonra çekeceği başyapıtı “The Third Man”deki kanalizasyon sahnesine ilham vermiş midir bilmiyorum ama kesinlikle çok heyecan ve keyif verici biçim ve içeriği ile filmi tek başına bile seyre değer kılıyor.

Rahatlıkla “polis bir davayı nasıl çözer ve suçluyu nasıl yakalar” konulu bir programın bir bölümü olabilecek bir içeriğe sahip olan bir hikâye seyrediyoruz ve anlatıcı sesten duyduğumuz farklı ifadeler birkaç kez “polis övgüsü”ne aracılık ediyor ama film akıllı bir şekilde suçlunun gözünden de bakıyor sık sık olan bitene ve örneğin televizyonlarda seyrettiğimiz polisiye dizilerin aksine, hikâyenin “kahramanlar”ı sadece kovalayanlar değil, kaçan da oluyor. Geçek olayda suçlunun yaptıklarının kendince bir açıklaması var ama nedense burada bu konunun üzerinde hemen hiç durulmuyor ve hikâye bittiğinde bile bir açıklama olmuyor elinizde. Belki de bilinçli bir tercih bu ama bir parça eksik kalmışlık duygusu vermiyor da değil bu seçim. Neyse ki film hemen tüm unsurları ile beklentileri -hatta fazlası ile- karşılıyor ve çok da dert etmiyorsunuz bu durumu. Evet, fazlası ile karşılıyor çünkü oldukça derli toplu, olgun ve güçlü bir sonuç var karşımızda. Birden fazla sahnede (yukarıda anılan ve Los Angeles’ın altındaki devasa drenaj tünellerinde geçen final bölümü, suçlunun sattığı malın parasını almak için geldiği yerde iki polis ile çatıştığı sahne veya bir polis memurunun sütçü kılığına girerek katilin yaşadığı bölgeyi keşfettiği bölüm) o sahne içinde olan biteni gerçek zamanlı ve uzun uzun anlatan film kesinlikle tatmin ediyor seyirciyi. Hiç konuşma olmayan ve sadece seslerle (ateşlenen silahlardan, kovalayan ve kaçanların ayaklarından, basılan su birikintilerinden çıkan sesler ve bu seslerin tünel içinde yankılanması vs.) ve görüntülerle anlatılan bu bölümlerdeki başarıdan etkilenmemek mümkün değil.

B tipi filmlerin geleneğine uygun olarak yıldız oyuncular yok filmde ama tüm kadro sağlam bir iş çıkarmış. Özellikle suçluyu oynayan Richard Basehart ve peşindeki polislerden biri olan Marty’i canlandıran Scott Brady karakterlerine sağlam bir gerçeklik duygusu verirken, abartmadan vurucu olabilmişler. Basehart’ın performansı adamın yaptıklarını unutturacak ve kendinizi onun tarafında hissetmenizi sağlayacak kadar güçlü. Leonid Raab imzalı müzik çalışması da hikâyenin atmosferine iyi uyum sağlayan ve dozu kaçmamış vurgulara sahip melodileri ile filme önemli bir katkı sağlamış. Sonuç, yarı-belgesel de denebilecek sağlam bir kara film. Yönetmenleri kadar görüntü yönetmeni John Alton’ın da imzasını taşıyan bu yapıt kesinlikle görülmeli.

(“Gecelerin Hâkimi”)

Rebel in Town – Alfred L. Werker (1956)

“Sana bu kadar ihtiyacım varken beni yalnız bırakma. O benim de oğlumdu”

Soygun için bir kasabaya gelen beş eski askerin yalnışlıkla bir çocuğu öldürmeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

Amerikan iç savaşından hemen sonra geçen western türündeki bu film türünün alışılagelen özelliklerinden tamamen farklı bir içerik ve tarz ile anlatılan değişik bir çalışma. Finali dışında çatışmalardan veya silahlı mücadelelerden uzak duran bu alçak gönüllü film, bunların yerine nerede ise hümanist denecek bir bakış açısı ile intikam, sevdiklerimizin işledikleri suçlar karşısındaki tavrımız ve nerede ise bir Habil ve Kabil hikâyesi olarak özetlenebilecek bir trajedi koyuyor. Yönetmen Alfred L. Werker’in sinemasal açıdan dikkat çeken bir katkısı görünmüyor filme; yönetmen senaryosunun –kimi kusurlarına rağmen- başarısını sade ve bir parça düz bir anlatımla perdeye taşımış görünüyor daha çok.

Les Baxter’ın film ile aynı adı taşıyan ve tipik western motifleri taşıyan şarkısı ile açılan film temel olarak iki farklı düzlemde ilerliyor. Bir tarafta çocuklarını kaybeden adam ile kadının, ilkinin intikam ikincinin ise olayı geride bırakmak ve hayata devam etmek odaklı yaklaşımlarından doğan çatışması var. İkinci düzlemde ise çetenin lideri olan babanın dört oğlundan birinin işlediği cinayet ve bu cinayetin failinin “kötülüğü” karşısında babanın seçimleri var. Finalde taraflar bir araya geldiğinde film bu iki düzlemin kahramanlarının tümünü yüzleştiriyor ve iki babanın seçimleri üzerinden bir gerilim yaratmayı da başarıyor. Çete üyesi olan dört kardeşten en küçüğü ile cinayeti işleyen abisinin arasında yaşananlar ise nerede ise bir Habil ve Kabil hikâyesi olarak özetlenebilir. Gerek bu durum gerekse babaların içine düştükleri durum ve hissettikleri zaman zaman bir Yunan trajedisinden uyarlama izlediğiniz hissine kapılmanıza neden olabilir ki bunu olumlu bir durum olarak belirtiyorum. Danny Arnold’un senaryosu bu düşük bütçeli filmin en büyük artısı ve finaldeki Hollywood’a yakışan ama gereksiz bir şekilde adaletin yerini bulması ve bunu sağlayan kişinin kimliği bir kenara bırakılırsa genel olarak aksamayan ve temiz bir çalışma yapmış denilebilir Arnold için.

Oğlunu kaybeden kadın karakteri (Ruth Roman B sınıfı filmlerde çok rastlanmayacak bir incelikle canlandırıyor rolünü) western filmlerinde alıştıklarımızdan da farklı aslında; evet yine erkeklerin yaptıkları/yapmadıkları arasında kalan bir kadın var ortada ama kadının gerçekçi ve hümanist yaklaşımı olayların gelişiminde nerede ise asıl belirleyici faktör oluyor hikâyede. Filmde zaman zaman Clark Gable bakışlı bir John Wayne gibi oynayan baba rolündeki John Payne donuk bir performans veriyor ve filmin çatışmalarının bir kısmı onun karakteri üzerinden yaşandığı için bu da filme katkısını azaltıyor bir parça. Aksiyondan çok psikolojik dramı (daha doğrusu trajediyi) öne çıkaran filmin kimi iç sahnelerinde, özellikle “iyi” kardeş, onun gerçek kimliğini bilen anne ve durumdan habersiz babanın ev içindeki üçlü sahnesi, sakin anlatımı ve kamera açısı ile iyi bir tiyatro havası hissettirdiğini de ekleyelim bu arada.

Senaryosu ile öne çıkan, yeterince iyi oynanmış ve yönetmenin kendisini ve sinemasal becerisini öne çıkarmadığı ama senaryoya ihanet eden oyunlara da girişmediği bu film yukarıda sıraladığım çatışmaları ile asıl ağırlığını gösteriyor. Oğlunu kırbaçlayan baba, aynı babanın bir oğlunun neden diğerlerinden farklı olduğunu sorgulaması, şiddet kavramını mütevazi ölçülerde olsa da tartışmaya açması, adalet duygusu ile intikam arzusu arasındaki çekişmeler ve temel olarak iyi ile kötünün çatışması gibi olguları ile ilgiyi hak eden bir film karşımızdaki; westernlerden çok trajedilerden hoşlananlar için elbette.

(“Kasabada İsyan”)