“Şimdi seni anlıyorum. Bu yüzden bu kadar soğuksun. Bu yüzden bu kadar acımazsın”
Ukraynalı hayat kadını kız arkadaşı ile birlikte bir soygun yaparak hayatını değiştirmek isteyen bir adamın ters giden soygundan sonra yaşadıklarının hikâyesi.
Avusturyalı yönetmenı Götz Spielmann’dan bir aşk, intikam ve adalet hikâyesi. Soygun anına kadar Haneke filmlerinin soluk bir kopyası gibi ilerleyen, asıl rotasını bulduktan sonra ise zenginleşen ve gerçek bir sinema keyfi yaşatan bir film. Açılış sahnesinde durgun bir göl görüntüsü ile başlıyor film, suya bir nesne düşüyor ve kısa bir an için, su tekrar eski görüntüsünü alana kadar süren kısa bir kaos yaşanıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyor görüntü. Tıpkı hayatlarımızda olan bitenler gibi, tıpkı hikâyede yaşandığı gibi. Kapanış jeneriğine eşlik eden doğanın seslerinin söylediği gibi kısacası; doğa şu ya da bu şekilde dengesine ulaşıyor zamanla. Bir etki, bir tepki ve sonra sessizlik bir başka deyiş ile.
Hikâyesindeki onca olaya rağmen sakin bir film karşımızdaki. Martin Gschlacht’ın kamerasının yakaladığı ilginç görüntüler ama öncelikle geniş alanların çekimlerinde objelerin görüntüde aldıkları yerler ile hayli ilginç bir film bu. Klasik bir görüntü tercihinin aksine objeler görüntünün odağında yer almıyor kimi zaman ve bu da bilinçli bir soğukluk, uzaklık katıyor seyredilene. Bu tercihe yönetmenin kimi diyalogsuz ama oyuncuların vücut dillerinin, bakışlarının çok şey kattığı sahnelerini de ekleyince filmin farklılığı daha da belirgin hale geliyor. Belki hikâye çok “farklı” değil ve kimi zaman bir parça zorlama gibi de görünüyor ama özellikle soygundan sonra film karakterlerini incelikle ve zarif bir şekilde gözümüzün önünde soyuyor, derinleştiriyor ve onları seyredene hem uzak hem yakın tutmayı başarıyor.
Basit oyunculuklar ve diyaloglar ile kendisini güçlü kılmayı başaran filmin Viyana’da geçen sahneleri ile köyde geçen sahneleri arasında da derin bir kontrast var aslında. Şehirdeki sahnelerde kamera daha dar açılarda dolaşıyor ve karakterlerinin sıkışmışlığını ve genel olarak şehrin yozluğunu anlatırken, kırlık bölgede karakterlerin her biri kendi yolunu ve doğrusunu bulurken geniş açılı görüntüler bir açıklığı, nefes alabilmeyi ve ferahlığı simgeliyor adeta. Bu bağlamda kahramanımızın intikam için peşine düştüğü polisle göl kenarında yaptığı konuşma örneğin bir Amerikan filminde göreceklerinizin tersine çok büyük sözlerin edilmediği, kısa ama etkili diyalogları ile vurucu denebilecek bir etki yaratıyor seyredende.
Başta kahramanımızı canlandıran Johannes Krisch olmak üzere tüm oyuncular basit ama güçlü oyunları ile filmin seviyesini yükseltiyorlar ve filmin bir yandan soğuk ama doğal ve diğer yandan sıradan görünümünün altındaki derinliği artırıyorlar. Spielman bu oyunculukların da yardımı ile karakterlerini alıyor ve onları bir trajik olayın parçası yaparak kendi ahlâk anlayışlarının veya bir başka deyiş ile moral değerlerinin sonucu olan tepkileri ile baş başa bırakıyor bizi. Bu yol ile de senaryo seçimler ve bu seçimlerin sonuçları ile baş etmek üzerine seyredeni düşünmeye ve değerlendirmeye sürükleyen bir biçim alıyor.
Özetle Haneke’nin de izinden giden ama onunla kıyaslandığında çok daha “normal” görünen bir film bu çalışma. Batılıların novella dediği türü, hikâye ile roman arasındaki bir yerlerde dran bir yazın türünü, hatırlatan bu film kesinlikle ilgiye değer. Ülkemiz için gayet sıradan olan bir durumun, bir polisin soygundan sonra kaçan bir arabaya ateş edip bir kişiyi öldürmesinin, nasıl bu filmdeki gibi bir psikolojik suç dramına kaynaklık edebildiği bizler için bir parça anlaşılmaz belki ama sonuçta ve neyse ki bu bir Avusturya filmi! Yoksa arabanın lastiklerine doğru ateşlenen bir silahtan çıkan kurşunun henüz vakıf olmadığımız hangi fizik kurallarına bağlı olarak filmdeki sonucu doğurduğunu anlatan bir resmi bilirkişi raporuna muhatap olurduk.
(“Rövanş”)