Reversal of Fortune – Barbet Schroeder (1990)

“Lehinize olan tek bir şey var: Kimse sizi sevmiyor”

Karısını öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanan ve ilk duruşmada suçlu bulunan bir adamın temyiz savunmasını üstlenen bir avukatın hikâyesi.

Gerçek bir olayı anlatan senaryo suçlanan adamın savunmasını üstlenen avukat Alan M. Dershowitz’in kitabından bu çalışması ile Oscar ve Altın Küre ödüllerine aday gösterilen Nicholas Kazan tarafından yazılmış. Sinemaya Eric Rohmer, Godard ve Jacques Rivette’in yapımcılığı ile başlasa da özellikle 1990’lı yıllarda çektiği büyük bütçeli Hollywood filmleri ile tanınan Barbet Schroeder filmin yönetmenliğini üstlenmiş. Başroldeki Jeremy Irons’ın Oscar dahil pek çok ödül ile süslenen müthiş performansı ile zenginleşen film kimi çekici yanlarına karşın tam bir başarıya sahip olamayan ve bunda da filmin soğuk bir havadan kurtulamamış olmasının payının yüksek olduğu ama yine de görülmeyi hak eden bir çalışma.

Hollywood zenginleri anlatmayı sever; yoksullar ise ABD bağımsız sinemasının ilgi alanındadır. İşte bu hikâye de hem gerçek olması ile hem de açılış jeneriğinde karşımıza gelen müthiş malikânelerle vurgulandığı gibi zenginlere odaklı olması ile tam Hollywood’un ağız tadına uygun bir eser. Davanın avukatlığını üstlenen Dershowitz’in “Reversal of Fortune: Inside the von Bülow Case” adlı kitabından uyarlanan film doğal olarak avukat üzerinden anlatıyor hikâyeyi. Harvard’da hukuk profesörü de olan avukatımız gerçek hayatta da ünlülerin davalarını üstlenmesi ve kazanması ile biliniyor. Hikâye boyunca da onun savunma becerisinden öğrencilerinden kurduğu savunma ekibini etkin koordinasyonuna kadar pek çok başarısına tanık oluyoruz. Elbette araya bir de avukatımızın hümanizmine ikna olmamız için eklenmiş görünen, ölüme mahkum edilen iki siyah genci kurtarma çabası eklenmiş ki asıl hikâyemiz ile ilgisi olmayan ve boşlukta bırakılan bu yan hikâye avukatın reklamını yapmaktan başka bir işe yaramıyor. 1984 yılının değerleri ile saati 300 Dolar’a zengin adamın savunmasını üstlenen bir avukatın hümanizmasının vurgulanması da tam Hollywood usulü bir numara kuşkusuz.

Bitkisel hayattaki kadının (gerçek hayatta da 28 yıl süren bitkisel hayattan sonra ölmüş) konuşarak başlattığı hikaye kadının zaman zaman kısa yorumları ile sürüyor ve temel olarak avukatın kendisi dahil herkesin suçlu olduğuna inandığı adamın (karısının büyük servetinin kendisine kalması için öldürmeye çalıştığına inanılıyor) savunmasını üstlendikten sonra fikrinin (ve elbette seyircinin fikrinin) yavaş yavaş değişmesini anlatıyor. Jeremy Irons’ın müthiş inceliklerle canlandırdığı ve neden modern sinemanın en büyük oyuncularından biri olduğunu bir kez daha kanıtları ile gösterdiği karakterinin snopluğu, zaman zaman duygusuz denecek derecedeki soğukluğu ve hikâyenin bir mozaik olarak nitelendirebileceğimiz “kompleks” yapısı filmin hem lehine hem aleyhine işliyor açıkçası. Klasik bir Hollywood yaklaşımının altını ısrarla çizeceği, dramını seyircinin gözüne sokacağı ve daha düz bir anlatım ile aktaracağı hikâyeyi karşımıza getirirken, Schroeder tıpkı baş karakteri gibi “soğuk” bir tavrı benimsiyor. Bir başka deyişle Irons’ın performansının biçimi filmin de tarzını belirliyor. Filme ihtiyaç duyduğu ciddiyeti kazandıran bu yaklaşım öte yandan seyircinin filme yaklaşabilmesi için ihtiyacı olan sıcaklığı da dışarıda bırakıyor. Kadını başarı ile canlandıran Glenn Close’un Irons’ın aksine daha “sıcak” bir performans biçimi benimsemiş olması ise rolünün nispeten küçüklüğü nedeni ile filmi yeterince ısıtamamış.

Zenginlerin hayat biçimlerine, duygularına ve tavırlarına yansıyan yapaylığın eleştirisini yapmaya hayli müsait olan hikâyenin bu yanına çok az dokunuyor senaryomuz. Oysa iki siyah gencin davası avukatın hümanistliğinin göstergesinin sembolü olarak ve garnitür niyetine değil de paralelde anlatılan bir hikâye olarak kullanılsaymış, film zengin ve yoksul hayatların eleştirel bir karşılaştırması olarak da değer kazanabilirmiş. Ne var ki film böyle bir karşılaştırmayı hiç hedeflemiyor ve bunun yerine gerçeğin ne olduğu veya gerçeğin gerçekten bilinip bilenemeyeceği üzerine ilerlemeyi tercih ediyor ve bunu da sinemasal açıdan bakılırsa iyi yapıyor açıkçası. Senaryo yavaş yavaş ve birer birer gerçekleri (veya gerçeklerin farklı versiyonlarını) ortaya sererken gizem meraklılarını hayli tatmin edecek bir düzey tutturmayı başarıyor. Keşke hikâye zengin Amerikan sınıfının para ve hırs bağlantılı davranışlarını aktarırken bir parça daha “politik” bir tutum takınabilse ve seyirciden de bu tutumu daha açık talep etseymiş.

Amerikan sinemasının favorilerinden biridir mahkeme salonunda geçen filmler. Karşımızdaki ise duruşma salonuna –neyse ki- pek az uğruyor ve bizi bir tane daha avukat ile savcının zeka yarışını seyretmekten kurtarıyor. Bunun yerine sık sık başvurduğu geriye dönüşler ile davanın analizi üzerinden kuruyor yapısını ve burada da en büyük desteği Jeremy Irons’tan alıyor. Irons oyuncuyu büyük yapanın neler olduğunu adeta oyunculuk dersi verircesine tek tek sergiliyor. Vücut dili, yüzünün hiçbir mimiğe sahip değilken bile çok şey anlatmayı beceren ifadesi ve hatta kimi küçük mizah anlarına kaynaklık eden söz oyunları ile seyredeni büyülüyor. Yardımcı oyuncuların da başarılı olduğu filmde avukatı oynayan Ron Silver ise filmin tek enerji kaynağı olma rolünü başarı ile üstlenmiş görünüyor performansı ile. Keşke sorularını daha açık sorsa (aslında keşke soruları olsa demek daha doğru sanırım) ve sordurtsa dedirten film yine de başta Irons’ın oyunu ve oluşturmayı başardığı gizemi ile ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.

(“Talihin Dönüşü”)

(Visited 182 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir