“Soru yok. Cevap yok. Bizim işimiz böyle. Bunu kabul eder ve işini yaparsın”
Eski bir CIA ajanının farklı grupların peşine düştüğü gizemli bir çantayı ele geçirmek için katıldığı bir ekip ile yaşadıklarının hikâyesi.
İlk senaryosunu J.D. Zeik’in yazdığı ama jenerikte adı Richard Wiesz olarak verilen David Mamet’ın bu senaryoya epey bir el attığı ve John Frankenheimer’ın yönettiği bir Amerikan – İngiliz – Fransız ortak yapımı. Tamamı Fransa’da çekilen ve güçlü kadrosu ile öne çıkan film iyi bir aksiyon olarak sınıflanabilir özetlemek gerekirse. Robert De Niro ve Jean Reno’nun başarılı ve uyumlu oyunları ile sürüklediği film çekimlerde seksen arabanın hurdaya çıkarılmış olmasının da kanıtı olduğu gibi hızlı, pahalı ve heyecandan kaçınılmamış hali ile dikkat çekiyor. Ne var ki hikâyenin bir süre sonra rayından çıktığı ve tüm o takip, kaçma ve kovalama sahnelerinin yorucu olmaya başladığı da bir gerçek.
İrlandalılar, Amerikalılar, Ruslar, Fransızlar… tümü içinde ne olduğu seyirciye hiç söylenmeyen gizemli bir çantanın peşinde hikâye boyunca. Film birbirlerini tanımayan beş adamın bir kadının çağrısı ile bu çantayı ele geçirmek için bir araya gelmesi ile başlıyor ve sonrası silah seslerinden, arabalı takip sahnelerinden, patlamalardan, ihanetlerden, cesetlerden vs. başınızı alamayacağınız bir şekilde geliyor. Elia Cmiral’ın duduk ile çalınan çok güzel tema parçası ve başarılı müziği eşliğinde anlatılan bu hikâye başta Paris ve Nice olmak üzere şehirleri ve dar sokakları ile tarihi Fransız kasabalarını da tüm koşuşturmalar için akıllıca ve etkileyici bir biçimde kullanıyor. Bu açıdan başta yönetmen John Frankenheimer, görüntü yönetmeni Robert Fraisse ve kurgucu Antony Gibbs olmak üzere tüm teknik ekip sıkı bir takdiri hak ediyor. Buna karşılık bir türlü duracağı noktayı bulamamış gibi hikâye; takip sahneleri uzadıkça uzuyor ve çok iyi çekilmiş olsalar da bir süre tekrara düşüldüğü hissini yaratıyorlar, örneğin tüm film boyunca arabanın önünden son anda kaçan yayalar gibi çekimleri hep bunu daha önce görmedim mi duygusu ile izlemeye başlıyorsunuz, çanta defalarca el değiştiriyor vs. Senaryonun ilk hali nasıldır bilmiyorum ama anlaşılan David Mamet’ın el atması da filmin bu ciddi kusurunu örtmeye yetmemiş.
Filmin adını aldığı Ronin, Japonya’da efendisiz kalmış (ve bu nedenle de gözden düşmüş) samuraylara verilen bir isim. Şık bir isim bir film için ve herhalde hikâyenin baş kahramanı, Robert De Niro’nun canlandırdığı Amerikalı için düşünülmüş ama onu ne kadar doğru tanımladığı tartışmalı bu ismin. Bu durum bir yana, filmin bu Amerikalı kahramanı kimi kusurlarının da kaynağı aslında. Tüm ekibin “en cesur, en güçlü ve en zeki” üyesi o ve film bunu vurgulamak için gereksiz pek çok sahneyi de karşımıza getiriyor. Hele ekibi toplayan kadınla bir araba içindeki hayli sakil duran bir yakınlaşma sahnesi var ki tüm yapaylığı ile sanki filme “o ana kadar unutulan ve ondan sonra da hiç hatırlanmayan” aşkı yedirebilmek için çalakalem yazılmış gibi duruyor. Kahramanımızın cesaretini gösteren narkozsuz operasyon sahnesi ise kalkıp Amerikan cesareti için alkış tutmanız için çekilmiş herhalde. Tüm bunlara hiç ihtiyacı yokmuş oysa filmin. Sonuçta De Niro ve Jean Reno karakterleri arasındaki uyum iyi, heyecan fazlası ile var ve teknik başarı ortada; bu gereksiz “milliyetçilik” sadece komik kaçıyor en hafif ifade ile söylersek. Bunun yerine, açılıştaki gibi, alçak gönüllü bir gerilimi başarı ile yaratan sahneler daha fazla yaratılabilseymiş, sadece De Niro’nun neden lider olması gerektiğini vurgulama amacı taşıdığı anlaşılan silah satın alma sahnesi hiç olmasaymış ve Jean Reno’nun karakteri bu derece silik çizilmeseymiş keşke.
Hikâyenin bir de etik problemi var aslında: O çanta içinde buna değer bir şey var mıdır bilmiyorum ama “kahramanlarımız”ın sokak ortasında, pazar yerinde veya kalabalık turistik bölgelerde çatışmaya girmekten, arabaları masum insanların üzerine sürmekten vs. hiç çekinmemeleri çok ilginç gerçekten. Filmimiz “sıradan” insanları böyle rahatça harcamakten nedense hiç çekinmemiş. Kusurlardan devam edersek, özellikle De Niro’nun aksiyon sahnelerindeki dublör kullanımının açıkça belli olduğunu veya son sürat giden ve tehlikeli bir takip sahnesinin parçası olan arabada yolcu koltuğunda oturan adamın emniyet kemerini takmayı nedense sahnenin sonuna doğru akıl etmesi gibi örnekleri de hatırlatmış olalım.
Katarina Witt’in de buz pateni dansçısı olarak yer aldığı filmde De Niro senaryo avantajından da yararlanarak işini iyi yapıyor, Reno ise senaryonun hemen hiç yardımcı olmadığı rolünde yapabileceğinin en iyisini yapıp De Niro ile uyum yaratan bir ikili oluşturmayı başarıyor. Sonlardaki diyaloglar belki de bu ikili için bir devam filmini ima eder içerik de olsa da böyle bir şey gerçekleşmemiş ama yine de sinema için çekici bir ikili yaratılabilirmiş bu karakterlerden. Stellan Skarsgård, Jonathan Pryce, Skipp Sudduth, Michael Lonsdale, Sean Bean ve Natascha McElhone gibi oyuncuların da güçlendirdiği kadronun genel olarak işini yaptığı film, arabalı takip sahnelerinin meraklıları için sadece bu sahneleri ile bir hazine değerinde olsa gerek. Hikâyenin gittikçe sarkması, karışık hale gelmesi vs. bu meraklıların çok da umurunda olmasa gerek. Belki bu filmi seyretmek için en ideal bakış da budur: Heyecanın tadını çıkar, hikâyeyi çok da umursama. Sonuçta her karesi teknik açıdan başarılı bir film var karşımızda ve Fransız kasabalarının sokaklarında son sürat giden arabalardan etkilenmemek aksiyona en uzak duran için bile pek mümkün görünmüyor.