Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yaşamının son dönemlerinde ağırlık verdiği kuramsal çalışmalarından biri olan ve içerdiği polemikler ve sert eleştiriler nedeni ile ülkesi Rusya’da 1897’de sansürlenerek yayımlanabilen kitabı. Sansürsüz ilk baskısı ertesi yıl İngiltere’de yapılan kitap sanatın tanımı ve ne olması gerektiği üzerine gerek dönemin gerekse günümüzün yaygın görüşlerine zıt bir yerde duran ilginç bir eser. Kendisinin eserleri de dahil olmak üzere, sanatın her dalının ustalarının yapıtlarına sert eleştiriler getiren Tolstoy kitabını on beş yıla yayılan bir sürede yazmış ve eserin içerdiği referansların da gösterdiği gibi yoğun bir kaynağa da başvurmuş. Temel olarak, sanat ve buna bağlı olarak güzellik tanımlarının tarihçesini anlatan ve eleştirisini yapan Tolstoy daha sonra kendi tanımlarını ve doğrularını açıklıyor. Kitabının İngilizce baskısı için hazırladığı önsözün yanında; Fransız Guy de Maupassant’ın eserlerinin Rusça baskıları için yazdığı bir metin; Rus Sergey Semyonov’un “Köylü Öyküleri” ve Alman Wilhelm Von Polenz’in “Köylü” adlı eserleri için önsözler; Rus Gogol üzerine genel bir inceleme; Rus Anton Çehov’un “Duşeçka” isimli öyküsü için bir sonsöz ve, Shakespeare ve dram sanatı üzerine bir incelemesi de eklenmiş esere. Bu eklerin her biri Tolstoy’un kitabında dile getirdiği fikirlerini destekleyici metinler ve o fikirlerin üzerinden anlatıldığı örnekler olarak ayrıca önem taşıyorlar. Tolstoy’un, dinsel ve toplumsal inançlarından yola çıkarak sanatı tanımlaması ve bu değerlere uymayan diğer tüm eserleri sert bir biçimde aşağılayarak eleştirmesi hayli kışkırtıcı bir yaklaşım ve bu da kitabı ayrıca okumaya ve tartışmaya değer kılıyor.
TDK sanat sözcüğü için şu tanımı yapmış: “Duygu ve düşünceleri göze ve gönle hitap edecek şekilde söz, yazı, resim, heykel vb. ile ifade etme konusundaki yaratıcılık”. Tolstoy’un kitabı işte bu tanımın “göze ve gönle hitap edecek şekilde” kısmını kesin bir dil ile ret ediyor ve bunun ne korkunç bir yanlış olduğunu anlatıyor uzun uzun. “Onca emeği, insan yaşamını ve ahlaki değerleri yiyip yutan sanat, yararlı olmak şurada dursun, ya zararlı bir şeyse?” sorusundan yola çıkıyor Tolstoy, Anton Rubinstein’ın “Feramors” adlı operasının bir provasında tanık oldukları üzerine. Oldukça çok sayıda ve farklı alanlardan isimlerin eserlerini okumuş yazar Tolstoy kitabını yazma süreci boyunca ve çok sayıda alıntıya yer vermiş eserinde. Bu alıntılar sıradan bir dipnot kullanımının çok ötesinde; Tolstoy sık sık bu alıntıları metninin parçası yapıyor ve hemen tamamının “yanlışlığı”nı açıklıyor okuyucuya. Sanatın zararlı bir kavrama dönüşmesinde aşağıladığı sanatçılar kadar, onlara hayran ve alıntıladığı görüşlerin sahiplerinin de payı olduğunu söylüyor Tolstoy.
Sanatın karşı olduğu tanımının TDK’ninkinde olduğu gibi hemen hep güzellik üzerinden yapılmasından dolayı Tolstoy güzellik kavramına da odaklanıyor kitabında ve tarih boyunca çok farklı kültürden isimlerin genellikle doğa, insan ruhu ve Tanrı gibi yüce kavramlara göndermelerle dolu tanımlamalarını “büyülü, tuhaf, bulanık, puslu, birbiriyle çelişen görüşler” olarak ret ediyor, tıpkı sanatla ilgili genel kabul gören tüm görüşleri ret ettiği gibi. Güzeli ve ona bağlı olarak sanatı “haz veren” olarak tanımlamanın; gıdanın amacını, önemini ondan aldıkları hazda bulan ve ahlaksal gelişmenin en alt basamağında bulunan insanların (vahşilerin örneğin) tutumlarından hiçbir farkının olmadığını öne sürüyor Tolstoy. Burada “vahşiler” tanımı elbette rahatsız edici ama yazarın gerçek ve doğru sanatı tanımlarken Hristiyanlık’tan yola çıktığını unutmamak gerekiyor; bu Hristiyanlık bir kilise övgüsü veya dinin saf özüne ihanet eden yozlaşmış hâli değil ama.
Kitap boyunca farklı tanımlar kullanılıyor sanat için ama aynı görüşün farklı şekillerde ifade edilmesi bu genellikle. “Sanat, hayat için zorunlu olan, tek bir insanın ve bütün insanlığın esenliğe yürüyüşü için zorunlu olan, insanları aynı duygular çevresinde birleştiren ilişkiler ortamıdır” bu ifadelerden biri. Bir eserin sanat sınıfına sokulabilmesi için, “yaratıcısı tarafından hissedilen bir duygunun başkalarına yansıtılması ve o başkalarının da aynı duyguyu yaşamaları” koşulunu karşılaması gerektiğine inanıyor Tolstoy. Burada haz odaklı yaklaşımları şiddetle ret ediyor ve sanatın ölçüsünü din üzerinden belirliyor: “İnsanların duyguları dince gösterilen ideale ne kadar yakın, onunla uyum içinde, onunla çelişik değilse, bunlar iyi duygulardır…”. “Kilise Hristiyanlığı” ve ona bağlı sanat anlayışını da aynı sertlikle ret ediyor Tolstoy öte yandan. Hazı odak noktasına koyan ve Tolstoy tarafından aşağılık ve zararlı olarak nitelendirilen sanat anlayışının ortaya çıkmasını ise “sahteliği ortaya çıkan kilise dinine” artık inanmamaya başlayan “güç sahibi varlıklı insanların… yaşamın anlamını kişinin haz duymasında bulan putperest dünya görüşlerine dönmesi” ile izah ediyor ve işte bu dönüşümün sonucu olan Rönesans dönemi sanatını da kabul etmiyor: ”Sanatın o kendine özgü, sonsuz çeşitlilikte ve derinlikteki dinsel içeriğinden yoksun kalması, yoksullaşması… küçük bir grup insanı dikkate aldığı için biçimsel güzelliğini yitirerek aşırı süslü, tumturaklı ve belirsiz bir niteliğe bürünmesi… içtenliğin sona ermesi…”. Dinselliğin sona ermesini halkçılığın sona ermesi izledi diyor Tolstoy ve ve sanatın “egemenlerin, bir eli yağda bir eli balda olanların” hizmetine girdiğini söylüyor. Bu sanatın ise üç duyguya indirgenebileceğini iddia ediyor: Gurur, cinsel tutku ve yaşamdan duyulan iç sıkıntısı.
Hayli öfkeli ve alaycı bir dil ile yapıyor eleştirisini Tolstoy ve bu eleştiriden payını o dönemde ve / veya günümüzde usta kabul edilen, sanatın her dalından isimler alıyor: Baudelarie ve Verlaine gibi şairler; Liszt ve Wagner gibi müzisyenler; Kipling ve Goethe gibi edebiyatçılar vs. Sanatın yoldan çıkmasında da üç ayrı etken olduğunu söylüyor Tolstoy: Yüksek telif ücretleri yüzünden profesyonelliğin kurumlaşması, sanat eleştirisi ve sanat okulları. Bu etkenleri tek tek ele alıyor ve yozlaşmadaki paylarını analiz ediyor. Burada şunu hemen belirtmekte yarar var: tüm bu eleştirilerden kendisini muaf tutmuyor Tolstoy ve iki eseri (“Tanrı Gerçeği Görür” ve “Kafkasyalı Tutsak” adlı öyküler) hariç kendi üretimini de kötü sanat örnekleri olarak niteliyor. Pek çok sanatçının pek çok eserine duyulan hayranlığın kaynağı olarak da sanat eleştirmenlerini görüyor yazar ve örneğin Beethoven’ın sağırlığından sonraki tüm müziklerini (“9. Senfoni“ için “uzun, karmaşık ve yapmacık” tanımlamasını yapıyor) “uydurma, eksik, tamamlanmamış, anlamsız, müzikalite açısından anlaşılmaz yapıtlar” sınıfına sokuyor. Yazarın kitabını bütünlüklü kılan, savlarını çok sayıda örneklerle desteklemesi ve bu örneklerin pek çoğunu uzun metinlerle analiz etmesi. Örneğin Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” ve Shakespeare’in “Kral Lear” adlı yapıtları üzerinden her iki sanatçıya sağlam ve detaylı bir saldırıda bulunuyor.
Tolstoy için değerli olan, sanat yapıtının yaratan sanatçıdan yapıtı alımlayana geçebilmesi ve bunu üç koşulun belirlediğine inanıyor: aktarılan duygunun ne kadar kendine özgü, ne kadar sıra dışı olduğu; bu duygunun ne kadar açık, net aktarıldığı; sanatçının içtenliği. Sanatın “duyguların evrimi”ni sağlaması (“insanların gönenci için daha az gerekli duyguların yerlerini bu gönenç için gerekli olanlara bırakması”) gerektiğini ve eleştirdiği isimlerinin yapıtlarının bunun tam tersini gerçekleştirdiğini söylüyor. Bir duygunun insanlığın gönenci için gerekli olup olmadığını belirleyen dinsel bilinç Tolstoy’a göre ve bu bağlamda iki sanata övgü diziyor: Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz sevginin aracı olan ilahi sanat ve bütün insanların ortaklaşa paylaştıkları en yalın duyguları aktaran gündelik (basit, sıradan) sanat. Dinsel bilinç için getirdiği tanım ise şu: toplumdaki insanların, yaşamlarının anlamına, amacına ilişkin genel anlayışlar.
İyi edebiyat örnekleri olarak Schiller’in oyunu “Haydutlar”, Victor Hugo’nun romanı “İnsancıklar”, Charles Dickens’ın romanı “İki Şehrin Hikâyesi” ve Dostoyevski’nin romanı “Ölü Bir Evden Anılar”ı gösteren Tolstoy için halka, halkı onun dili ile anlatan eserler gerçekten bir değer taşıyorlar. Sanat ile ilgili savlarını bilimsel faaliyetler alanına da taşıyor yazar ve burada da sanatta olduğu gibi, yanlış yolda olunduğuna inanıyor.
Kitaptaki ilk ekte dört şiir yer alıyor: Fransız şair Henri de Régnier’den “L’Accueil” (Buluşma), yine bir Fransız şair olan Françis Vielé-Griffin’de “Oiseau Bleu Couleur Du Temps” (Mavi Kuş, Rengi Zamanın), eserlerini Fransızca ve Jean Moréas adı ile yazan Yunan şair Ioannis A. Papadiamantopoulos’tan “Enone Au Clair Visage” (Aydınlık Yüzlü Enone) ve Fransız ozan Robert de Montesquiou’dan “Berceuse d’Ombre” (Gölge Beşiği). Bu şairlerin tümü edebiyatta on dokuzuncu yüzyılın sonlarında karşımıza çıkan sembolizm akımının sanatçıları ve Tolstoy bu şiirleri sanatın içine almadığı bu akımın örnekleri olarak paylaşmış okuyucu ile. İkinci ekte ise Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” adlı yapıtının öyküsünü özetliyor imalı bir alaycılık ile Tolstoy. Kitabın metninin parçası sayılabilecek bu iki ek dışında yedi ayrı ek daha var ve her biri hem kitapta dile getirilenleri derinleştirmeye yarıyor hem de örnekler aracılığı ile somutlaştırmaya.
Bu eklerin ilki Tolstoy’un kitabın İngilizce baskısı için hazırladığı önsöz. Eserinin Rusya’da sansür nedeni ile başına gelenleri anlatıyor yazar ve sansüre ne kadar iyi niyetle olursa olsun boyun eğmenin kusurlarını dile getiriyor: “… çoğunluğun yararı gibi gerekçelerle vicdanınıza ters düşen bir kurumla uzlaştığınızda… onaylamadığınız bir kurumun yasallığını benimsemiş, hatta… kötülüklerine ortak olmuş durumda bulursunuz kendinizi”.
“Guy de Maupassant’ın Yapıtlarına Önsöz” başlığını taşıyan ikinci ek Fransız yazarın 1893 – 1894 arasında Rusya’da yayımlanan seçme eserleri için hazırlanmış Tolstoy tarafından. Maupasant’ın ilk eserlerini öven Tolstoy onun daha sonraki yapıtlarına damgasını vuran ahlaki yozlaşmayı “Maupassant’ın trajedisi” olarak tanımlıyor ve bunu “Uygunsuzluk ve ahlaksızlık açısından dehşet verici bir ortamda yaşam sürmesine karşın, yeteneğinin gücü ve içindeki olağanüstü ışıkla bu ortamın dünya görüşünden kendini kurtararak iyice yaklaştığı özgürlüğü solumaya başlaması” ama bu savaş onu tükettiğinden “özgürlüğe kavuşamadan yok olup gitmesi” sözleri ile açıklıyor. Fransız tarihçi ve filozof Ernest Renan’ı da eleştirisinin kapsamına alıyor burada Tolstoy ve kitabındaki savları bir de bu iki sanatçının yapıtları üzerinden aktarıyor bize.
Üçüncü ekte Rus yazar Sergey Semyonov’un “Köylü Öyküleri” için yazdığı önsöz var Tolstoy’un ve onun eserleri, Fransız Gustave Flaubert’in “öyküden bana hiçbir şey geçmez, her okuyuşumda donuk, buz gibi ruh hâli içindeyimdir” ifadesi ile eleştirilen “Merhametli Julien” öyküsü ile karşılaştırılıyor. Burada kritik olan nokta, Tolstoy’un bir sanat eserinin değerli ve önemli olması için yazarın içtenliğini öne sürmesi ve örneğin Semyonov’u onun gözünde değerli kılanın “yazarın da kahramanı gibi davranacağını duyumsaması” olması.
Dördüncü ek Alman yazar Wilhelm von Polenz’in “Köylü” adlı romanı için Tolstoy’un yazdığı önsöz. Yazarın ve eserinin değerinin bilinmemesini eleştiriyor Tolstoy ve “Söylemesi gerekli olanları söylüyor”, “Üzerinde konuştuğu şeyi seviyor, “Ne yargılarda bulunuyor ne de dumanlı birtakım alegorilerle konuşuyor” ve “Birbirlerine güçlü bir iç bağla bağlı en sıradan, en yalın kişi ve olaylardan söz ediyor” ifadeleri ile onun romanını gerçek sanat yapıtları arasına yerleştiriyor.
“Gogol Üzerine” isimli ve kitaptan önce bir gazetede yayımlanan yazıda Rus yazar Gogol’un “Eski Zaman Beyleri”, “Ölü Canlar”ın birinci cildi, “Müfettiş” ve “Araba” gibi mükemmel eserler ürettikten sonra “ahlaki, dinsel” temalı eserler vermeye kalkışarak ortaya “korkunç, berbat, saçmanın saçması” işler ortaya koyduğunu söylüyor Tolstoy. Onun Hegelci yollara saparak ve, Ortodoksluk ve Slavcılık etkisinde kalarak yolunu kaybettiğini iddia ediyor.
“Çehov’un “Duşeçka” Adlı Öyküsüne Sonsöz” başlıklı ekte ise Çehov’un tasarladığı yeni kadın tipinden (“Erkeklerle eşit haklara sahip, bilgili, bağımsız vs.) yola çıktığını ama erkek mükemmelliği ile kadın mükemmelliğinin farklı şeyler olduğunu unuttuğunu ve Duşeçka karakterini gülünç duruma düşürmek isterken, aksine onu yücelttiğini söylüyor.
Kitaptaki en uzun ek olan “Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine” başlıklı yazıyı Amerikalı Ernst Crosby’nin “Shakespeare ve İşçi Sınıfı” (Shakespeare’s Attitude Toward The Working Classes) başlıklı çalışması için bir önsöz olarak planlamış önce Tolstoy ama konuya kendini kaptırınca bağımsız bir yazıya dönüştürmeye karar vermiş. “Genel tapınma” olarak nitelemiş Shakespare hayranlığını Tolstoy ve tam 75 sayfa boyunca onun bunu kesinlikle hak etmediğini kanıtlamaya soyunmuş. İngiliz sanatçı ile ilgili düşüncelerinin, onun yapıtları ile ilk tanışmasından yazıyı yazdığı 1904’e kadar (yaklaşık 50 yıl boyunca) hep aynı kaldığını söylüyor Tolstoy. Fikirlerini ağırlıklı olarak Shakespeare’in “Kral Lear” adlı oyunu üzerinden aktarıyor ve yapıtın “cafcaflı ve tumturaklı dili”nin ve öyküdeki “anlamsızlıklar”ın onu “son derece kötü, özensizce yazılmış ve çapaçul bir oyun” yaptığını söylüyor. “Othello, “Hamlet” ve “Falstaff” oyunlarına da değiniyor ve kimsenin gösteremediğini söylediği cesareti göstererek “Kral çıplak” diyor. İçerdiği sert polemik öğeleri yüzünden sağlığında yayımlatmak istemediği ve buna ancak tamamladıktan iki yıl sonra izin verdiği bu yazı gerçekten de hayli sivri bir dile sahip. “Shakespeare bir sanatçı değildir ve yapıtları sanatsal özden yoksundur” veya “En uyduruk eleştiriye bile değmeyecek, beş para etmez, bayağının bayağısı yapıtlar” gibi yargıları içeren bir yazı o zaman da şimdi de hayli kışkırtıcı bir metin elbette. Burada tiyatro oyunlarında ve genel olarak sanatta olmasını istediği ve kendi yapıtlarında da eksik olduğunu söylediği “dinsel içerik” ile ne kastettiğini de bir kez daha açıklıyor Tolstoy: “… içinde bulunduğumuz zamanın en yüce dinsel kavrayışının, dinsel dünya görüşünün bir tiyatro yapıtına yazarının haberi bile olmadan nüfuz etmiş olması… Tanrı’ya dair, insanın Tanrı’yla, dünyayla ve sonsuzlukla ilişkisine dair sözler…”
Fransız yazar Edgar Degas’nın “Sanat senin gördüğün değil, diğerlerinin görmesini sağladığın şeydir” sözünün ikinci kısmı Tolstoy’un savları ile örtüşse de, ilk kısmı bir bakıma zıt bir noktada duruyor; çünkü Tolstoy sanatı, sanatçının kendi gördüğünü (hissettiğini, düşündüğünü) alımlayana geçirmesi olarak tanımlıyor. Sanatçı ile onun eserlerini alımlayanı bir araya getiren bir ilişki sanat, bir başka ifade ile söylersek. Hollandalı ressam Piet Mondrian “Sanatçı asıl olarak bir kanaldır” derken de bunu demek istemiş ama o kanalda akacak “şey” sanatçının hissettiği, gördüğü olacaktır Tolstoy’a göre. Yazarın şiddetle eleştirdiklerinden biri olan Oscar Wilde’ın “Büyük sanatçılar şeyleri olduğu gibi görmezler. Öyle olduğunda, artık bir sanatçı değildirler” sözünü de hatırlayalım sanatın ne olduğu ya da olmadığı konusundaki alıntıları anarken ve Tolstoy’un savlarını değerlendirirken.
Sanat üzerine yazılmış en kışkırtıcı ve polemiğe en açık kitaplardan biri bu kuşkusuz. Savları katılsanız da katılmasanız da kesinlikle düşünmeye zorluyor sizi ve sorgulanması akla gelmeyecek kadar genel kabul görmüş yargıların tehlikesini de hatırlamanızı sağlıyor. Türkçe baskının arka kapağında adı nedense “Sanat Üzerine” olarak yazılan kitabı Türkçeye çeviren ve Rusça pek çok eseri dilimize kazandıran Mazlum Beyhan’ın adeta eser Türkçe yazılmış kadar doğal görünen başarılı çalışmasını ve onun bazı hemen hiç yaygınlaşmamış sözcükleri (örneğin Dil Derneği’nin sözlüğünde yer alsa da TDK sözlüğünde bulunmayan ve erdem, meziyet anlamına gelen “artam” sözcüğü) ısrarla kullandığını da hatırlatalım son olarak ve kitabı sanatla ilgili her okuyucuya hararetle önerelim. Tolstoy’un taviz vermez sertliği olan bir dil ile kalame aldığı; okunması, sorgulanması ve tartışılması gereken bir yapıt bu.
(“Chto Takoye Iskusstvo?”)