“Ölümün hem kendi elimde hem kendi elimde olmamasını istiyorum”
Kanser nedeni ile bir yıl ömrü kaldığını öğrenen zengin ve yalnız bir kadının acı çekerek ölmemek ve ölüme karşı cesur olabilmek için yaptığı planın hikâyesi.
Türkiye sinemasının ayrıksılığı tartışılmaz yönetmenlerinden biri (belki de en önde geleni) olan Metin Erksan’ın yönettiği ve senaryosunu Safa Önal ile birlikte yazdığı bir film. Karakterlerinden hikâyesine ve atmosferine çok farklı bir film bu ve sinemamızın en ilginç çalışmalarından biri olarak kesinlikle görülmesi gerekli bir eser. “Yeşilçam dışı” olduğu tartışma götürmez bir çalışma olarak, o tarihlerde belki de sadece Erksan’ın çekebileceği bir filmdi bu ve onun son sinema filmi olarak sinemaya iyi bir veda olması ile de önem taşıyor. Kusurları olan -kimileri rahatsız da eden- bu film, sadece cesareti ve farklı olmaya “cüret etmekten” çekinmemesi ile bile ilgiyi hak ediyor.
Metin Erksan’ın hikâyesi (senaryoya Safa Önal’ın da dokunduğu yerler özellikle ikinci yarıda kendisini hissettiriyor ama seyrettiğimiz temelde bir Erksan senaryosu olarak görülebilir kesinlikle) ve yönetmenliği, kadını ve kendisini öldürmesi için tuttuğu kiralık katili etraftaki diğer herkesten soyutlayarak, nerede ise farklı bir gerçekliği olan, hatta gerçeküstü bir dünyaya taşıyor. Başlarda nerede ise sadece kadını, sonrasında ise yine nerede ise sadece kadını ve yanına çağırdığı katili görüyoruz hikâyede. Uzun ve sessiz planlardan hiç çekinmiyor Erksan ve farklı kamera açıları ve geniş planlarla bu soyutlamayı ve hedeflenen yalnızlık duygusunu artırıyor. Bu, sinemamız için hayli biçimci olarak görülebilecek yaklaşımı hikâyesinde de benimsiyor Erksan; kadının geçmişi ile ilgili hiçbir bilgi vermiyor bize. Bildiklerimiz çok zengin, hasta ve yalnız olduğu sadece. Hizmetçisi, doktoru, şirketindeki yardımcısı ve oteldeki resepsiyonist ile yaptığı zorunlu ve kısa konuşmalar dışında hiç kimse ile bir iletişim kurarken de görmüyoruz onu. Hikâyenin başlarındaki doğum günü partisini de tepeden bir çekimle ve küçük bir yuvarlak masanın etrafında toplananları gösteren bir yabancılaştırma havası ile veriyor Erksan. Katil ile iletişimi başladıktan sonra ise (ki Önal’ın kalemini bundan sonra hissetmeye başlıyoruz ağırlıklı olarak) sadece onunla sınırlı kalıyor bu ilişki. Erksan adeta bu iki karakteri alıp farklı bir dünyaya taşıyor; sadece onlara ait ve diğerlerinin sadece onlarla iletişimi olduğu sürece varlıklarının bir değer kazanabildiği dünya bu. Kaldıkları otelin diskosunda dans eden genç adamın veya iki baş karakterin deniz kenarında yürürken yanlarından geçtikleri, sohbet halindeki gençlerin bu dünyaya ait olmadıklarını (ya da bu dünyada bir önemi olmadıklarını) o kadar güçlü hissediyorsunuz ki nerede ise bir gerilim atmsoferinin içinde buluyorsunuz kendinizi.
Kıbrıs’ta çekilen filmin büyük bir bölümü kadının kaldığı otelin içinde ve çevresinde geçiyor ve bu mekanların ıssızlığı filmin gerçeküstü (veya gerçek dışı) havasına katkıda bulunuyor. Sık sık iki baş karakterinin yakın plan yüz çekimlerini kullanan Erkan, Yeşilçam’ın “duyguları vurgula” klişesini kullanıyor gibi görünüyor ama burada farklı bir etkiye sahip bu çekimler: Seyircisini, fiziksel olarak yaklaştırdığı karakterinden yine de uzak tutuyor bu kareler ilginç bir şekilde. Aslında tam da burada filmin tam olmamış denemelerinden biri kendisini gösteriyor: Bu bir tutku filmi ama Metin Erksan’ın başta “Sevmek Zamanı” olmak üzere başarılı örneklerini verdiği bu tema burada yeterince ikna edici olamıyor. Katil (veya cellat) ve kurbanın ilişkisi gibi önemli bir yan tema ile de beslenmesine rağmen, tutku -belki finaldeki eylem hariç- yeterince geçemiyor seyirciye. Bunda filmin süresinin kısalığının da rolü olsa da, asıl olarak bu yabancılaştırma ve gerçeklikten uzaklaştırmanın payı var gibi görünüyor bu eksiklikte. Kadının geçmişi veya en azından hastalığını öğrendiği andan öncesi ile ilgili bir şey bir bilmiyor olmamızla bağlantılı olarak, karakteri “soyutlama”nın dozununun artmasının tutku gibi yakınlık/tanıdıklık gerektiren bir temanın aleyhine sonuç vermesini de ekleyebiliriz buna.
Açılış jeneriğinde “Planet of the Apes” filmi için Jerry Goldsmith’in hazırladığı müziği ve yine -elbette telif hakkını umursamadan- başka yabancı müzikleri de (“YMCA” şarkısı da var disko sahnesinde) kullanan filmde, Gülden Karaböcek’in hit şarkısı “Bahtıma Yanarım” da kendine bir yer bulmuş (şarkıyı başından sonuna kadar dinliyoruz, kadının görüntüleri eşliğinde) ve şarkıcının bu en dokunaklı parçalarından biri -beklenenin aksine- hiç de eğreti durmamış filmde; kadının yalnız ve sessiz anlarına ve boş mekanlardaki uzun planlara iyi bir eşlikçi olmuş bu şarkı. Kadını oynayan Hülya Koçyiğit’in dublajında Meral Taygun’un seçilmiş olması da doğru tercihlerden biri olarak görünüyor. Oyuncu için onca filmde duyduğumuzdan farklı ve Taygun çok fazla film seslendirmesi yapmadığı için belki de “Yeşilçam dışı” olan bir sesin seçilmiş olması filme bir yenilik katmış. Koçyiğit’in kostümlerinin, karakterinin zengin, şık ve yalnız ruh halime hayli uygun seçilmiş olmasını da ekleyelim filmin başarıları arasına.
Bir sinema filmi için ortalamanın altında görünen diyalog kullanımında psikiyatristle yapılan konuşmadaki “felsefik içerik” bir parça mesaj içeriyor ama yine de karakterin ve hikâyenin derdini anlatabilmekte işe yaramış görünüyor. Birkaç kez kulağımıza çalınan ve tıbbî tahlil/testler için kullanılan “bilimsel araştırmalar” ifadesinin tuhaflığı/yanlışlığı ve özellikle ikinci bölümde Safa Önal’ın kaleminden çıkmış görünen birkaç Yeşilçam diyaloguna rağmen iyi yazılmış bir hikâyesi var filmin. Çoğunlukla, gerçekten gerektiği anlar dışında diyaloga başvurmayan filmde iki baş oyuncu için de (Hülya Koçyiğit ve kiralık katil rolündeki Cemal Gencer) zor bir sınav var aslında: Yakın planların fazlalılığının da zorluk derecesini artırdığı bir gerçekçi performans sunabilmek. Her iki oyuncunun da Yeşilçam dünyası içinde alışık olmadığı karakterler var hikâyede ve Gencer buz gibi soğuk bir profesyonel olan katili seyirciyi rahatsız etmeden gerçek kılmayı başarıyor. Evet, belki bir üstün başarı yok performansında ama hiç alışık olmadığı ve kendisinden de ne daha önce ne de daha sonra talep edilmiş bir oyunculuk biçiminde aksamıyor en azından. Elbette çok daha “cool” bir performans karakterine çok daha fazla yakışırdı ama yine de işini yapıyor bir şekilde. Hülya Koçyiğit ise sıkı bir takdiri hak ediyor. Gerçekten zor bir rolün altından üstün bir başarı ile kalkıyor ve sinemamızın, yıldızlarını nasıl da hep aynı tiplemelere mahkum ettiğini bir kez daha hatırlatıyor bize. Kiralık katilini ilk gördüğü andaki yakın plan çekimden ıssız mekanlarda gezindiği ve düşündüğü tüm o gizemli ve melankolik anlara kadar, her karesinde göründüğü filmde çarpıcı bir performans sunuyor bize. Tek planda çekilen “sancı” sahnesindeki performansı bile yeterli alkışlanması için.
Erksan’ın stilize olarak adlandırabileceğimiz bir üslubu benimsediği filmde bir vitrin mankeni kullanılarak yapılan atış talimi, iki baş karakterin Kıbrıs’ın dar sokaklarında araba ile yaptıkları hızlı gezinti gibi dikkat çekici bölümler var, yine Yeşilçam’da görmeye hiç alışık olmadığımız. Çetin Tunca’nın takdiri hak eden görüntü çalışmasının da atlanmaması gereken film, gönüllü olarak kurban olmayı seçmiş bir insanın trajedisinden yola çıkıp celladın trajedisini de içine alarak gelişen ve sonuçta tutkunun yarattığı bir trajedi ile sonuçlanan hikâyesi ile görülmesi kesinlikle gerekli bir çalışma.