“Bir insandan aynı anda hem çoban hem kasap olmasını bekleyemezsiniz”
Nedeni anlaşılamayan bir şekilde yedi kişiyi öldüren ve idam cezası ile yargılanan bir gardiyan ve davasını üstlenen idam cezası karşıtı bir avukatın hikâyesi.
Güney Afrikalı yönetmen Oliver Schmitz’in yönettiği bir Güney Afrika, ABD ve Almanya ortak yapımı. Avukatlık ve Güney Afrika Yüksek Mahkemesi’nde yargıçlık yapmış yazar Chris Marnewick’in gerçek olaylardan esinlenen ve “Shepherds and Butchers” adını taşıyan romanından uyarlanan filmin senaryosunu Brian Cox yazmış. İnfazlarda görev alan genç bir gardiyanın travmasını ve trajedisini anlatan film idam cezasını da tartışma gündemine getirirken ilginç hikâyesi ile ilgi toplamayı başarıyor. Avukatı oynayan tecrübeli oyuncu Steve Coogan ve özellikle gardiyan rolündeki genç oyuncu Garion Dowds’un başarılı performanslar sundukları film -yönetmen Schmitz’in kariyerine de uygun olarak- bir televiyon filmi havasından öteye geçememiş görünüyor sinema düzeyi açısından değerlendirildiğinde. İyi bir polisiye dizinin iyi bir bölümünün belki bir parça ötesine geçebilmiş bir film bu ve sinema dilinden çok içeriği ile ilgiyi hak ediyor.
1987 yılında Güney Afrika’da geçiyor film ki bu tarihin özel bir önemi var: O yıl Güney Afrika’da 164 kişi idam edilmiş ve bu, ülke tarihinde bir rekor olmuş. 1995 yılında tamamen kaldırılmış idam cezası ama 2014 yılında bir ankette genç nüfusun %75’inin cezanın geri getirilmesi taraftarı olduğu ortaya çıkmış. Filmde de gördüğümüz gibi idam edilenlerin çoğu siyah ırktan. Hikâyemizdeki genç adamı savunanlardan biri idam cezasına karşı çalışmaları ile bilinen ve insan hakları konusunda da çalışmaları olan tecrübeli avukat kendisinden genç olan yardımcısına “Sence devlet insanları öldürmeli mi?” diye soruyor bir sahnede ve tüm süresi boyunca film de seyircisinin bu konu üzerinde düşünmesini bekliyor. Hikâyedeki gencin suçu açık ve yedi kişiyi bir gece vakti anlam verilemeyen bir şekilde, nerede ise sebepsiz yere öldürmüş. Öldürenin beyaz, ölenlerin ise siyah olması -filmin ne yazık ki yeterince ve doyurucu biçimde üzerinde durmadığı- bir farklı boyut da katıyor hikâyeye ama filmin asıl üzerinde durduğu genç bir adamdan “hem çoban hem kasap” olmasını bekleyen devletin sorumluluğu. On yedi yaşında bu işe başlamış genç adam ve “ölüm hücreleri”nden sorumlu olmuş. Görevi idam mahkumlarının son günlerinde onlarla ilgilenmek ve infaz sırasında da yanlarında bulunmak; bir başka ifade ile söylersek, ölümlerinden önce çobanlığını yaptığı insanların son anlarında kasaplığını üstlenmiş. Film tam 160 farklı kişinin infazında görev almış olan gencin devletin neden olduğu travmasını anlatıyor bize ve bunu yaparken avukatın askerî istihbarat görevlisi olan ve o da kendi kişisel travmasını yaşayan eniştesinin hikâyesinden de yararlanıyor. Genç adam Angola’daki çatışmalara katılmak zorunda kalacağı askerlik görevinden kaçabilmek için girmiş gardiyanlık işine (kendisine infaz görevi verileceğini bilmediği gibi herhangi bir eğitimden de geçirilmemiş), avukatın eniştesi ise bir asker olarak “görevi gereği” öldürüyor insanları.
Film hem idam cezasını eleştiriyor hem de devletin “gerektiğinde” nasıl acımasız bir katile dönüşebileceğini gösteriyor bize. Genç adamın ilk infaz görevinde (işteki ilk gününde mahkumları infaza götürmeye zorlanırken kimi götüreceğini kendisi seçmeye zorlanıyor ve ikinci günde de infazlara katılmak zorunda kalıyor) yaşadıkları ve infaz anlarında belli bir etkileyicilik yakalanırken, gardiyanın yedi cinayeti işlediği gün olan bitenleri de güçlü bir biçimde sergiliyor film. Ne var ki filmin geneli ele alındığında bu güçlü görünümün yerini bir “mahkeme salonu filmi”nin vasatlığı alıyor zaman zaman. İçeriğinin uyandırdığı heyecanı ve hikâyesinin gücünü sinema dilinde tekrarlayamıyor film. Savcı rolündeki Andrea Riseborough’un, birkaç sahne dışında senaryo kendisine pek şans vermese de, bulduğu fırsatları iyi değerlendirdiği ve etkileyici bir oyunculuk gösterdiği film, infaz sahneleri veya idamın cinayetin “yasal” olanı demek olduğunu hatırlatan “olay yeri incelemesi” bölümü gibi anlarında yakaladığı başarıyı hikâyesinin tümüne yayamamış özet olarak.
Evet, sinema dili olarak bir yenilik içermiyor film ama yine de hikâyesi ve dert edindiği konusu ile ilgiyi hak ediyor. Gerilen ipin, kırılan boyunların seslerini duyurmaktan çekinmeyen film her bir bireyin bir hikâyesi olduğunu hatırlatması ile de önemli olduğu gibi, devlet denen kurumun -maddî ve manevî- olarak nasıl en büyük katil olabileceğini de gösteriyor bize.
(“The Hangman: Shepherds and Butchers” – “Çobanlar ve Kasaplar”)