“İşte, sen ve ben oyun oynamanın ne demek olduğunu biliyoruz. Oyun oynayarak hayatın anlamsızlığı ve korkuları ile yüzleşecek ve hayatı kalıcı bir parlak hayaller oyunu olarak yorumlayacak cesaret ve yeteneklere sahip, eşit güçte iki insanın bir araya gelmesi… Çok nadir olan bir şey bu”
“Oynamayı” seven bir polisiye yazarının karısının sevgilisini evine davet ederek başlattığı ölümcül oyunun hikâyesi .
Anthony Shaffer’ın aynı adlı tiyatro oyunundan yine Shaffer tarafından sinemaya uyarlanan ve Joseph L. Mankiewicz tarafından yönetilen bir klasik. Seyirciyi şaşırtmak için açılış jeneriğinde listelenen başka isimler olsa da sadece iki oyuncudan oluşan bir kadrosu olan film, Shaffer’in güçlü metni/senaryosu, kariyerindeki son filmini çeken Mankiewicz’in klasik sinemanın kokusunu taşıyan yönetimi ve Laurence Olivier ve Michael Caine’in parmak ısırtacak performansları ile sinema tarihinin görülmesi gerekli örneklerinden biri. 2007’de Harold Pinter’ın senaryosu ile Kenneth Branagh tarafından yönetilen ve ilk yapımda Olivier’ın üstlendiği rolü bu kez Caine’in aldığı ve yerini de Jude Law’a bıraktığı bir tekrar çekimi de olan film, bir parça uzun ve yoğun diyaloglara sahip olsa da iki oyuncusunun performansları ile hemen hiç enerjisini yitirmiyor ve özellikle ikinci yarısında –hikâyenin sürprizlerini bilmeyenleri daha da fazla olmak üzere- seyirciyi avucunun içine alıp “oynuyor” onunla.
Shaffer’ın kendi oyunundan uyarladığı senaryosu orijinal metnin gücünü perdeye başarı ile taşımış. Hem kendini “oyun oynamaya kaptırmış” ve tam bir İngiliz centilmeni görünümündeki yazar ile yarı İngiliz yarı İtalyan olan işçi sınıfı kökenli kuaför arasında geçen tüm diyaloglar hem de hikâyenin seyirciyi ve karakterleri sürekli şaşırtarak takip ettiği yol kesinlikle filmin başarısına ciddi katkıda bulunmuşlar. Sadece iki erkeğin karakterleri arasındaki bir savaşa değil bu karakterlerin temsilcisi olduğu sınıfların arasındaki savaşa da keyifle değinen film, bu özelliği ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Ve her iki sınıfın da “para” söz konusu olduğunda nasıl benzeşebildiğini göstermesi filmin eleştirel boyutunu desteklerken belki film kelimenin basit anlamı ile “politika” yapmıyor ama karakterlerinin davranışları ile sınıflarının karakteristiklerini örtüştürüyor bir bakıma. Açılış sahnesindeki labirent bahçe hikâyenin seyirciyi ve karakterlerini şaşırtarak alacağı bir yolun bir sembolü olarak filmin sıkı bir giriş yapmasını sağlarken, yönetmen Mankiewicz bu hikâyeyi tiyatro havasından -orijinal havasını zedelemeden- gerektiği kadar uzaklaştırıp seyredene bir sinemasal tat da armağan ediyor. Gerektiği kadar diyorum çünkü filmin gücü bir yandan da bu sıkı tiyatro havasından geliyor kesinlikle. “Seks bir oyundur, evlilik de cezası” veya “Birisinin özüne inebilmenin en kestirme yolu onu aşağılamaktır. Nasıl biri olduğunu hemen anlarsınız” gibi sözleri ile metin/senaryo gerçekten etkileyici çünkü. Tom Smith’in makyaj çalışması film seyredildiğinde değeri çok iyi anlaşılacak bir kalitede ve seyircinin de düştüğü tuzaklardan birinin baş sorumlusu(!) olarak takdiri hak ediyor. Diyalogların bazen teatral bir hava taşıdığını ve sinema perdesinde tiyatro sahnesinde yaratacağı kadar etkili olmadığını belirtmek gerek ama bu durumun filmin tadını kaçırmadığı rahatça söylenebilir.
Olivier yaşlı ve üst sınıftan polisiye yazarını oynarken her zamanki ustalığını, yine hiçbir anında aksamadan ustalıkla konuşturuyor. Karakterinin “oyun” düşkünlüğünü, karısını elinden alacak olan genç adamı aşağılarken ve onu tuzağa düşürürken hissettiği nerede ise şehvetli diye anlandırılabilecek duygularını seyirciye bire bir geçiriyor. Caine de bu usta oyuncunun karşısında, işçi sınıfı kökenli karakterini aynı başarı ile canlandırıyor ve her iki oyuncu kedi-fare oyunu diye nitelendirebileceğimiz hikâyeyi hem inandırıcı hem de çekici kılıyorlar. Bu iki oyuncuya eşlik eden başka “oyuncular da” var filmde ama onlar romancının tutku ile bağlanmış göründüğü oyuncaklar. Kimi insan boyutunda kimi daha küçük tüm bu oyuncaklar, iki adamın iradesi ile zaman zaman canlanırken adeta onlar kadar önemli bir parçası oluyorlar hikâyenin.
Mankiewicz ve oyuncular filmin her anına zaten damgalarını vurmuşlar ama örneğin “delilleri arama” sahnesi gibi anlar gerçekten heyecan verici bir düzeyde keyifli bir biçim ve içerik ile oluşturulmuş ve seyircinin de -tamamen bir övgü olarak söylüyorum- bir oyunu canlı olarak seyrediyormuş gibi hissetmesini sağlayacak bir gerçeklik duygusu ve dinamizm içermeleri ile dikkat çekiyorlar. Oswald Morris’in stilize ve özellikle evin içindeki cansız objeleri hızlı bir kurgu ile karşımıza getiren kamerasını, John Addison’ın filme yakışan ve zaman zaman barok bir gerilimi çağrıştıran müziğini ve dinleme fırsatı bulduğumuz üç klasik Cole Porter şarkısını da anmadan geçmeyelim.
İki saati aşkın süresi ve sadece iki oyunculu kadrosuna rağmen zamanın su gibi akıp geçtiği ve değme gerilim filmine taş çıkartacak bir sonuç ortaya koyabilen bir film kesinlikle görülmeli elbette. Agatha Christie’den Joanne Woodward’a Vivien Leigh’den “Rebecca” filmine sanat dünyasına yaptığı kimi göndermelerle de bulmaca meraklılarına ayrıca bir keyif vereceğini de söyleyelim, bu artık bir klasik olan çalışmanın.
(“Kanlı Şaka”)