Smultronstället – Ingmar Bergman (1957)

“Evet, bu hayattan tiksiniyorum. Beni arzu ettiğimden bir gün daha fazla yaşatacak hiçbir sorumluluğa zorlamalarına izin vermeyeceğim. Söylediğimi gerçekten kastettiğimi biliyorsun”

Meslek hayatının ellinci yılı için düzenlenen ödülü almak için çıktığı yolculukta geçmişi, kendisi ve yaşlılığı ve ölümün kaçınılmazlığı ile yüzleşen bir tıp doktorunun ikâyesi.

Ingmar Bergman’ın yazdığı ve yönettiği bir İsveç yapımı. Berlin’de Altın Ayı ödülünü alan film sadece Bergman’ın değil, tüm sinema tarihininin de en önemli eserlerinden biri ve tartışmasız bir başyapıt. Yönetmenin 1957’de bu filmle birlikte bir diğer başyapıtı olan “Det Sjunde Inseglet”i (Yedinci Mühür) de çektiğini düşününce, onun çalışkanlığına ve yaratıcılığına hayran olmamak mümkün değil. Başta Victor Sjöström olmak üzere İsveç sinemasının usta oyuncularının yer aldığı film yaşlılık ve ölüm üzerine çekilmiş en güzel filmlerden biri olsa gerek ve bu “iç karartıcı” konularına karşın bir yandan da yaşamak üzerine -sergilediği tüm sorunlara ve acılara rağmen- üzerine bir umudu ve arzuyu hayranlık uyandıracak biçimde hissettiriyor ve sonuç mutlaka görülmesi gereken bir sinema klasiği oluyor.

Bergman pek çok filminde olduğu gibi özyaşamsal ögelerden yola çıkarak yazmış senaryoyu. Aracı ile yaptığı bir yolculukta, doğduğu ve büyüdüğü Uppsala’da mola vermiş ve büyükannesinin evinin önünden geçerken aklına gelmiş senaryo ile ilgili ilk düşünceler: “Birden bir ışık yandı kafamda. Bunun hakkında bir film yapsam; gerçekçi bir havada bir kapıyı açıyor ve çocukluğuna adım atıyorsun, başka bir kapıyı açıyor ve tekrar gerçek hayata dönüyorsun. Bir sokağın köşesini dönüyor ve hayatının bir başka döneminin içine giriyorsun ve her şey, tüm yaşamlar devam ediyor”. Gerçekten de bunu yapıyor Bergman ve hikâyesinin kahramanı, 78 yaşındaki Isak’ın bir yolculuk boyunca geçmiş hayatı ile bugünü arasında gidip gelmesini sağlıyor. Hem fiziksel bir boyutu olan hem zamanda gerçekleşen seyahat, filmi bir yolculuk hikâyesi yapıyor ve Isak’ın ölüme doğru yaklaşırken kendisini ve yaşamı -yeniden- keşfetmesinin aracı oluyor. Gelininin kendisini ve kocasını eleştirirken kullandığı yalnız, soğuk ve ölü kelimeleri belki adamın hayatının ve vardığı noktanın karanlık bir özeti ama yine de Bergman’ın hikâyesi yaşamın yanında duruyor ilginç bir şekilde.

Filmin başında Isak’ın iç sesinden şu sözleri duyuyoruz: “Diğer insanlarla ilişkilerimiz çoğunlukla onların karakterlerini ve davranışlarını değerlendirmek ve yargılamak üzerine kuruludur. İlişkilerden hemen tamamen uzak durmamın nedeni de bu. Yaşlılığımda bu nedenle yalnızım”. Bu yalnızlıktan şikâyet eder gibi değildir Isak ama genellikle iletişimsizliği anlatması ve bunu çok sık tekrarlaması ile bilinen (ve kimilerince eleştirilen) Bergman baş karakterini yolculuğu boyunca farklı karakterlerle iletişim içinde gösteriyor. Beraber yolculuğa çıktığı gelini, yolda arabalarına aldıkları ve sürekli tartışan çift, otostopla İtalya’ya giden biri kadın ikisi erkek üç genç ve benzindeki çift gibi çok farklı karakterle başarılı veya başarısız iletişim içinde Isak ve bu farklı boyutları ile sanki bize hayatın da farklı yanlarını gösteriyor Bergman. Evet, iletişim yine ana konulardan biri ama bu kez usta sinemacı bize onun başarılabildiği, örneğin gençlerle olanın gösterdiği gibi pek mümkün görünmeyen koşullarda bile sağlanabildiği bir resim çiziyor.

Tarkovsky’nin en sevdiği on filmden biri olarak bilinen, Stanley Kubrick’in 1963’te yaptığı bir değerlendirmede tüm zamanların en iyi ikinci filmi (ilk sırada Fellini’nin “I Vitelloni” (Aylaklar) adlı filmi var) seçtiği çalışma bir rüyalar hikâyesi olarak da değerlendirilebilir. Isak’ın anlamlandırmaya çalıştığı rüyalarla dolu film ve bunların her biri seyirci için de yorumlamaya açık bırakılıyor. Örneğin hikâyenin başındaki rüyada kendisini yaşadığı kasabanın hiç bilmediği bir bölgesinde ve ıssız bir sokakta buluyor yaşlı adam. Akrep ve yelkovanı olmayan büyük sokak saati, yüzü içine kaçmış gibi görünen ve dokunulduğunda vücudu (ve belki de ruhu) elbiselerinden dışarı akan adam, tekerleği sokak lambasına takılan sürücüsüz cenaze arabası ve onu çeken atlar, arabadan fırlayan ve Isak’ın üzerine doğru gelen büyük tekerlek, arabadan düşen tabutun içinde dışarı fırlayan ve Isak’ın koluna yapışan kol ve tabuttaki cenazenin Isak’a ait olması; gerçeküstü boyutları da olan bu rüyanın (veya karabasanın) neyin ya da nelerin sembolü olduğunu her seyirci farklı şekilde yorumlayabilir ama ölüm ve onunla yüzleşmenin kaçınılmazlığı, yalnızlık ve ölümün zamandan bağımsız olması gibi temalarda gezindiğini söyleyebiliriz yönetmenin bu görsel unsurlar aracılığı ile. Geçmişe gidilen ilk rüyada adamın filme adını veren yaban çileğinin hikâyesine tanık olması gibi doğrudan bir içeriği yok her zaman gördüklerimizin.

Bergman’ın baş karakterini geçmişe taşıdığı anlar (ki çoğunda onu şimdiki yaşlı hali ile ve yine çoğunlukla diğerleri tarafından fark edilmeyecek şekilde katıyor o geçmiş anlara) sıradan bir “hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi” veya bir kaba nostalji gösterisi olarak çıkmıyor karşımıza. Çoğunlukla geçmişte kendisinin içinde olmadığı anlara (örneğin nişanlısı olan kuzeni ile erkek kardeşi arasındaki sahne) tanık oluyor Isak bu bölümlerde ilginç bir şekilde ve böylece Bergman bu sahneler aracılığı ile Isak’ın karakterini ve yaşamını şekillendiren olayları ve karakterleri bize tanıttığı gibi, onu daha iyi anlamamızı sağlıyor. Oğluna verdiği ve onun söz vermesine rağmen henüz geri ödemediği borç konusundaki “Söz sözdür” yaklaşımı, evliliğindeki sorunlar nedeni ile yanına gelen gelinine gösterdiği “Evliliğindeki sorunları buraya taşıma, her koyun kendi bacağından asılır” duyarsızlığı ve kadının “Oğlun senden nefret ediyor” diyerek bencil olduğunu söylemesi gibi örnekler adamın seçtiği yalnızlığı ve kendine odaklılığı işaret ediyor ama yolculuk boyunca yaşananların sık sık tam tersi bir karakteri işaret etmesi ile onun ölümün kaçınılmazlığı karşısında belki de yaşamı tekrar kucakladığını söylüyor Bergman. Tüm o yalnızlık içinde benzincideki çiftle olan konuşmanın adamda yarattığı gurur dolu mutluluk ve gençlerle geçirdiği keyifli anlar, çok istekli gitmese de onurlandırıldığı törende yaşadıkları ve final karesinde yatağındaki yüz ifadesi Bergman’ın genel yaklaşımı değerlendirildiğinde çok farklı denebilecek bir olumlu hava getiriyor önümüze.

Bir rahip olan ve katı disiplin anlayışı yüzünden Ingmar Bergman’la sorunlu ilişkileri olmuş olan babasının izlerini yönetmenin pek çok filminde görmek mümkün. Burada Isak’ın oğlu ile pek sıcak olmayan ilişkisi kadar, üç otostopçu genç üzerinden de gösteriyor kendisini Bergman’ın dinsel eğitimin ağır bastığı geçmişi. Yanlarındaki kadının her ikisine de ilgi duyduğu ve aralarında kararsız kaldığı iki erkekten biri doktor, diğeri ise rahip olacaktır. Bu iki genç sık sık sürtüşme içindedirler özellikle de Tanrı’nın varlığı konusunda. Isak’a da sorulur fikri ama o soruyu sözlerini İsveçli şair ve rahip Josef Olof Wallin’in yazdığı bir ilahi ile cevaplar: Her yerde izlerini gördüğü, sesi rüzgârda uğuldayan ve sevgisi havaya karışan Tanrı’nın kendisini göremeyen birini anlatır bu ilahi ve bir bakıma Isak’ın da cevabı olur aslında. İnandığı ama gerektiğinde yanında göremediği bir Tanrı’yı anıştır bu ve Bergman’ın inançla ilgili olan karmaşık ilişkisinin de bir özetidir sanki. Vatikan’ın 1995’te açıkladığı ve Din, Değerler ve Sanat başlıkları altında sınıflara ayırdığı “45 Büyük Film”den birinin de Değerler bölümünde yer verdiği bu film olmasının gösterdiği gibi, Isak’ın cevabı ve filmin hikâyesi (kötülükle dolu, adeta bir cehennem olan dünyaya bir çocuk getirmek istemeyen bir adamın görüşünün değişebileceğinin ima edilmesinin de desteklediği üzere) üzerinden inanca yine sorgulayan ama onu ret etmeyen bir bakış atıyor Bergman.

Ne zaman üzgün hissetse çocukluğunu hatırlamaya çalışan Isak’ın bu davranışı, sonradan kaçınılmaz olarak gelecek yalnızlık ve ölüme karşı bir sığınak olarak çocukluğun -nasıl geçerse geçsin- önemini anlatıyor bize. Düşler ve anılar çocukluk ve gençlikle örülü bu filmde ve yaşlı adam hayatının son gününe doğru ilerlerken son bir yaşam sevincini de orada buluyor. Yönetmenlik çalışmaları ile İsveç sinemasının kurucusu kabul edilen ve başarılı oyunculuğu ile de bilinen Victor Sjöström’ün müthiş bir performansla canlandırdığı Isak karakterinin bu denli güçlü bir etki yaratmasında Bergman’ın onu hayatı ile yüzleştirirken sağladığı bir parça hüzünlü de olan atmosferin büyük katkısı var kuşkusuz. Ne var ki onun başarısı Sjöström’ünkini gölgelememeli kesinlikle. Bergman “Büyülü Fener” adlı otobiyografisinde, çalışırken kendisini hayli zorlayan oyuncunun çekimler başladığı anda öfkeli yüzünün yumuşayıp aydınlanmasından hayranlıkla bahsetmiş ve onun “huysuz” davranışlarını şimdi (kitabı yazdığı 1987’de) anladığını söyleyerek şöyle yazmış: “Evet, tüm o neşeli oyunlar artık geri gelmemek üzere bitti ve bıkkınlık yüzüme karşı sırıtıyor… Eskiden hiç engelsiz uçup giderdim ve başkalarını da havalandırırdım. Şimdi başkalarının güvenine ve coşkusuna gereksinim duyuyorum”. Ne güzel özetlemiş Bergman yaşlılığın gelip çatmasını ve sanki bize, -ve bu filmde de yaptığı gibi- işte o an geldiğinde etrafımızda bizimle ilgili güzel anıları olan, ihtiyacımız olan güveni verebilecek birilerinin varlığının önemi ve gerekliliğini söyüyor.

Sjöström’ün dört dörtlük oyunu için hayranlıktan başka bir ifadeye gerek yok aslında; tüm bir yaşamın izlerini taşıyan yüzünü ve bedenini karakterinin hizmetine sunuyor büyük sinemacı ve hikâyenin odağı olan Isak’ı seyircinin tüylerini diken diken edecek kadar gerçek kılıyor. Ona eşlik eden isimler de İsveç sinemasının büyüklerinden (Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Jullan Kindahl, Naima Wifstrand ve küçük bir rolde Max von Sydow) ve her biri üzerine düşeni fazlası ile karşılayarak hikâyeyi peformansları ile zenginleştiriyor. Acıyı ve hayatı kabullenmek üzerine bir hikâye bu ve karanlığı, hüznü ve yitirmeyi görüntü yönetmeni Gunnar Fischer’in tarifi zor güzellikteki kamera çalışması (bazı rüya sahnelerindeki dışavurumcu görselliğin güzelliği!) ile çok güçlü bir biçimde anlatıyor. Orijinal adı çileklerin olduğu bir yer anlamına gelse de İsveççede çok özel bir anlamı daha var bu kelimenin: Kişi için çok değerli ve özel olan, kendisini mutlu eden geçmişteki bir yere veya âna verilen bir isim bu. Isak için bu yer çocukluk ve gençliğinin geçtiği ev ve Bergman bize yaşamın kendimiz için böyle bir yeri keşfetmek, orada yaşamak ve anı biriktirmekle üzerinden gelinebilecek bir acıdan ibaret olduğunu söylüyor. Mutlaka birkaç kez görülmesi gereken ve her defasında farklı bir tat verecek bir başyapıt.

(“Wild Strawberries” – “Yaban Çilekleri”)

(Visited 168 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir